Öncelikle “ruhbanlık” kavramını ele alarak incelememize başlayalım. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili şöyle buyurulmaktadır: “(Hristiyanların) Kendilerinin icat ettikleri ‘ruhbanlık‘a gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik, ama çokları yoldan çıkmışlardır.” (el-Hadîd, 27)
Ayet-i kerîme’de geçen “ruhbanlık” ifadesi, Hz. İsa’nın vefatından sonra zalim kralların baskı ve zulmüne maruz kalan bazı Hristiyanların dinlerini muhafaza etmek maksadıyla dağlara çekilip yeme içme ve evlenmeyi terk etmek, kaba elbiseler giymek ve mağaralarda bütünüyle ibadete yönelmek suretiyle sürdürdükleri meşakkatli yaşam tarzını ifade eder. (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf [Dâru’l-hadîs, Kâhire, 2012], IV/337; el-Kurtubî, el-Câmî li-ahkâmi’l-Kur’ân [Dâru’l-kütübi’l-mısriyye, Kâhire, 1964], XVII/263.)
Ayetten anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ ihdas ettikleri bu yaşam tarzını zemmetmeyip riayet edenlerin de mükâfatlarını vermiştir; ancak İslam ümmeti için “bu haliyle” bir ruhban hayatı yasaklanmış, bu gibi tavırlar sergileyen bazı sahâbîler Rasûlullah (s.a.s.) tarafından şu sözlerle ikaz edilmiştir: “Ben bazı günler oruç tutuyorum bazı günler ise tutmuyorum, gecenin bir kısmında ibadet ediyorum, bir kısmında ise uyuyorum, et yiyorum, kadınlarla da evleniyorum; şu halde kim benim sünnetime aykırı davranırsa benden değildir!” (Buhârî, Nikâḥ 1 [r: 5063]; Müslim, Nikâḥ 5 [r: 1401])
İslam ümmeti içerisinde bu konu hakkında bir ihtilaf vaki olmadığı gibi ruhbanlıkla maruf bir fırka da bilmiyoruz. Tasavvuf ehlinin ruhbanlıkla itham edilmesi ise tam anlamıyla bühtandır. Sûfîler arasında evlenmemek gibi bir yaklaşım asla bulunmadığı gibi pek çoğu ticaret ve zanaat erbabı olup meslekleriyle maruftur; Somuncu Baba, Terzi Baba, Ali Rıza Bezzâz (kumaş tüccarı) vs… Keza sûfiler arasında medrese faaliyetleri yürütenler olduğu gibi Ahî Evrân gibi iktisadî hayatı düzenleyen Ahîlik Teşkilatının Anadolu’da kurulup gelişmesine öncülük eden içtimâî örnekleri de mevcuttur. Dolayısıyla tasavvufun ruhbanlıkla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Bilakis tasavvufta asıl ve esas olan “Halk içinde Hakk ile beraber olabilmek”tir. Yani sosyal hayatın içinde bulunmakla birlikte Allah’tan gafil olmama hali kazanabilmektir. İşte bu hali elde edebilmek maksadıyla belli bir eğitim süreci geliştirilmiştir ki bunun bir halkası da -Musa (a.s)’ın kavminden ayrılarak Tur dağına çıkmasından mülhem- 40 günlük halvettir. Halk arasında bu eğitime “çile” denilir ki Farsça kökenli bir sözcük olup; kırk (çihil) manasına gelir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,[Kabalcı Yayınları İstanbul, 2002] s.102)
Bilindiği üzere Hz. Peygamber de İslâm öncesinde sık sık azığını alarak Hira mağarasında inzivaya çekilirdi. Aynı şekilde İslam sonrasında da Ramazan ayında girdiği 10 günlük itikâfla bir müddet sosyal hayattan soyutlanıp tamamen ibadete yönelmiştir. Dolayısıyla tasavvufun kısa bir süreliğine “halvet, uzlet, riyazet, inziva, çile” vb. isimlerle anılan uygulamalarının dine aykırı bir tarafı yoktur. Bir takım uzak doğu dinlerinde ve mistik inançlarda da benzer ritüellerin bulunması bunu tek başına gayri meşru kılabilecek bir etken değildir. Zira namaz, oruç, kurban, adak, sadaka vb. pek çok ibadet de farklı dinler arasında müşterektir. Nihayetinde batıl dinler de hak dinlerin tahrif edilmesi suretiyle ortaya çıkmış ve pek çok uygulamayı benzer biçimde devam ettirmişlerdir. Mekke müşriklerinin inançlarına da baksak pek çok noktada Hz. İbrahim’in dininin izlerini görürüz. İki put diktikleri Safa ve Merve arasındaki sa’y ibadeti bunun misallerinden sadece biridir. (Bkz: el-Bakara, 158)
Evet, insanın ruhen ve bedenen kendisini eğitmek için inzivaya çekilmesi Şamanizm, Taoizm, Manihaizm, Budizm gibi batıl dinlerde de bulunmaktadır. Psikiyatrist yazar Stanislav Grof ilkel ve uygar toplumlarda din ve inziva/çile olgusunun psikolojik yönlerini incelemiş ve ilkel kabilelerden tutun da dört büyük dine kadar her inanışta inziva/çile kavramının bulunduğunu belirtmiştir. (Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, 2016/77, s.179) Dolayısıyla gerek Hz. Musa’nın (a.s.) Tur Dağı’nda, gerekse Hz. Peygamberin (s.a.s.) Nur Dağı’nda halktan ve hayattan soyutlanarak ibadete yönelmiş olmaları bunun İslam öncesi dönemlerde de zaten var olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Rasûlulullah (s.a.s.) Hindistan’a gitmediğine ve Hindulardan ilham almadığına göre (haşa) Hindu tapınaklarında iz sürmenin bir anlamı olmasa gerek. Böyle bir yöneliş Peygamberlerin hayatında da vardır!
Tabi buraya kadar vermiş olduğumuz bilgiler olağan hayat şartları dâhilindedir. Ne var ki dünyanın zaman zaman sürüklendiği fetret devri kabilinden olağan dışı süreçleri de olmuştur. Buna dair Huzeyfe b Yemân (r.a) Efendimizden şunu naklediyor: “Rasûlullah (s.a.s)’a herkes hayırdan sorardı ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla şerden sorardım. (Bir gün): “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz cahiliye devrinde şer içerisindeydik. Allah bize bu hayrı (İslâm’ı) nasip etti. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?” diye sordum. “Evet, var!” buyurdular. Ben tekrar: “Peki bu şerden sonra hayır var mı?” dedim. “Evet var! Fakat onda duman (bulanıklık) da var” buyurdular. Ben: “Duman da ne?” dedim. “Bir topluluk var ki; sünnetimden başka bir sünnet edinir, hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun” buyurdular. Ben tekrar: “Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı?” diye sordum. “Evet! Cehennem kapısına çağıran davetçiler var; kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar” buyurdular. Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz?” dedim. “Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma.” buyurdular. “O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?” dedim. “O takdirde bütün fırkaları terk et (ve kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş olsan bile, ölüm sana gelinceye kadar öylece kal (aralarına katılma)!” buyurdular. (Buhârî, Fiten 11 [r: 6673], Menakıb 25 [r: 3606]; Müslim, İmaret 51 [r: 1847]; vd.)
Rasûllah’ın (s.a.s) vefatından hemen sonra vukua gelen Ridde (dinden dönme) hadiseleri başta olmak üzere gerek Emevîler dönemindeki bazı iç karışıklıklar gerekse de tarih boyunca zaman zaman yaşanan fetret dönemleri bu hadisin tecelli ettiğini düşündürmüştür. Tasavvufun ve zühd hayatının İslâm tarihinde ilk olarak öne çıkması da bahusus Emevîler dönemindeki çalkantılı süreçlerde olmuştur. Dolayısıyla İslâm ümmeti için de belli dönemlerde bu hadisin muktezasınca amel etmeyi gerektirecek durumlar olmuştur, olacaktır. (Allah muhafaza buyursun) Onun için ruhbanlık mutat anlamda reddedilmişse de kişinin birey olarak altından kalkamayacağı ve dinini muhafaza etmek için toplumdan uzaklaşmak dışında bir yol bulamayacağı hallerde buna açık bir kapı bırakılmıştır.
Hâsılı kelam; İslam ümmeti içinde sanki birileri sosyal hayattan, cemaatten, evlilikten vs. kendisini soyutlamış, bir köşeye çekilip ruhban hayatı yaşıyormuş gibi “İslam’da ruhbanlık yoktur!” vurgusu yapılması; ehli tasavvufa hücum etmek için kullanılagelen ve hiçbir tabanı olmayan “kasıtlı” bir slogandır. İslâm’ın ruhbanlık diye bir gündemi yoktur, olmamıştır. Ne yazık ki Tasavvufun nefis terbiyesine yönelik tertip ettiği eğitim sürecinin bazı aşamalarını genele hamletmek, araç olanları amaç olarak görmek belli kesimlerin aşamadığı bir tavırdır.
Söz buraya gelmişken biz bugün buradan hayatımıza ne katabiliriz?
Günümüzde hem manasını yitirip şekillere indirgediğimiz ibadetlerimize ihlas kazandırmak hem de ekranlar ve beton duvarlar arasına sıkışan hayatımızı bir mescidin münzevi havasıyla rahatlatmak için zaman zaman bir kaç saat de olsa itikâfta kalmayı son derece önemli görüyorum. Konfor ve haz odaklı yaşam tarzımızın nefsimizi azgınlaştırdığı ve ciddi bir tatminsizlik yaşadığımız aşikârdır. Her şeyimiz olsa da olmayanların arzusu, güvende olsak da muhtemel bir tehlike kaygısı, gün be gün devleşen egolarımızın zorbalığı değirmen taşı gibi biteviye zihinlerimizde dönmekte; yaşamımızı da ibadetlerimizi de olumsuz anlamda etkilemektedir.
Onun için bireylerin -hatta devletlerin bile- çaresiz kaldığı bu amansız sürükleniş karşısında bizi himaye edecek yegâne yerler Hîrâ’lardır… Günlük ibadetlerimiz dışında mutlaka seccade üzerinde en az 30-40 dk. geçirilmesini tavsiye ederim. Loş ve sessiz bir mekânda baş gözümüz kapalı, gönül gözümüz açık; Peygamber mescidinde, âlimlerin meclislerinde bulunduğumuzu tahayyül ederek; telefondan, televizyondan, dünden, bugünden, yarından sarfı nazar ederek, dünyalık her şeyden izole olup, ruhumuza bir teneffüs vermeye ve biraz Rabbimizle baş başa kalmaya ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Düzenli olarak biraz tefekkür, biraz zikir ile meşgul olmayı vird haline getirmeli “kalplerin ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşacağını” (Ra’d, 28) unutmamalıyız.
Zikir ve tefekkür konularını hususi olarak yazacağım inşallah; ancak şimdilik Peygamberimizin (s.a.s.) tavsiye ettiği günlük zikir ve dualardan derlediğim (benim de mümkün mertebe riayet ettiğim) çalışmamı sizinle paylaşarak sözlerimi nihayetlendiriyorum… Selâm, hidayete tabi olanlara…
ZİKİRLER
https://mesutozbilir.com.tr/peygamberimizin-s-a-s-tavsiye-ettigi-zikirler/
DUALAR: