Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim nazil olduğu günden itibaren hem dünyevi hem de uhrevi anlamda insanlığa rehberlik etmiştir. Tesis ettiği medeniyet sadece Müslümanları ihya etmekle kalmamış çoğu kere gayri Müslimleri de etkileyerek takdirlerini kazanmıştır. Allah kelamı olması hasebiyle Müslümanlar nazarında hem hayatlarını tanzim ettikleri bir nizam, hem ibadetlerini yerine getirdikleri kutsal bir metin ve hem de tilavetiyle, hatmiyle, hattıyla vs. meşgul olarak bereketlendikleri ilahi bir fazilet membaı olmuştur.
Modern zamanlara gelinceye kadar Müslümanların dünyasında böylesine engin bir alanı kuşatan Kuran-ı Kerim ne yazık ki günümüzde dar bir alana hapsedilmiştir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte hem Kuran’ın hükümleri yürürlükten kaldırılarak sosyal ve hukuki alandan soyutlanmış hem de Kuran alfabesi olan elif-bâ’nın yasaklanması ve medreselerin kapatılmasıyla ilmi anlamda tedavülden kaldırılmıştır. 1950’li yıllardan itibaren elif-bâ’nın kısmen de olsa serbestleşmesi halkımıza yüzünden de olsa Kuran-ı Kerimi öğrenip okuyabilme imkânı sağlamıştır. Ne var ki bu durum Kuran-ı Kerim’in sadece yüzünden okunan bir kitap hüviyetine bürünmesine sebep olmuş, hayatımızdaki fonksiyonu Ramazandan Ramazana hatmedilmekle ve mezarlıklarda okunmakla sınırlı kalmıştır. Bu durum yaygınlık kazanınca ister istemez ilim ve fikir adamları tarafından Kuran’ın asli görevine dikkat çekilmiş, manasının anlaşılmasına ve hayata aktarılmasına daha fazla ehemmiyet gösterilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Ne var ki bu haklı hassasiyet bir müddet sonra belirli çevreler tarafından amacının dışına çıkarılarak; tilavet, kıraat, hafızlık, hatim ve mukabele gibi halkımızın Allah’a yaklaşmak için rağbet gösterdiği değerlerimiz örselenmeye başlamıştır.
Mecellenin “Bir şey bütünüyle elde edilmezse, tamamen de terk edilmez” kaidesi gereğince halkımız maruz kaldıkları bütün olumsuzluklara rağmen imkânlar nispetinde Kuran-ı Kerim’le olan münasebetini sürdürmeye önem göstermiş; yüzünden de olsa okumasını öğrenmiş, tilavetiyle meşgul olmuş, hatimler indirerek Allah’ımızın kurbiyetine talip olmuşlardır. Zira Kuran’ın yüzüne bakmak ibadet,[1] okumak ibadet, ezberlemek ibadettir.
Durum böyle iken Kuran’ın manasını anlamak üzerinden lafebeliği yapan meal furyasının yoğun propagandaları insanımızı menfi anlamda etkilemiş, tabiri caizse Dimyat’a pirince gideyim derken evdeki bulgurundan da etmiştir. Kuran-ı Kerim’i Cumadan Cumaya, Ramazandan Ramazana da olsa açıp okuyan, hatimler indiren insanlar artık bundan sarfı nazar etmeye, Kuran okumayı öğrenmek için can atan kitleler tarafına bakmamaya başlamışlardır. Asırlardır okumayı bilen bilmeyen herkesin evinin başköşesinde hürmetle muhafaza edilen Mushaf-ı Şerifler müslümanların evlerinden de tecrit edilmiş yerini dünyalık süslere bırakmıştır.
Öncelikle şunu açıklıkla ifade edelim ki; Kuran-ı Kerim’i okuyarak Allah’a yaklaşmak ve bu okuyuşumuzdan sevap kazanmak için manasını anlamak şart değildir. Kuran-ı Kerim okumanın faziletleriyle alakalı rivayet edilen hadislerin hiç birinde böyle bir şart yer almamaktadır. Nitekim bu hususta yapılan ilmi bir çalışmanın neticesi de şu şekildedir:
«Kur’ân’da okuma anlamını ihtiva eden özellikle “kıraat, tilâvet ve tertîl” kavramları hem cahiliye dönemi şiir örneklerinden hem de lügat ve tefsir kaynaklarından araştırılarak bu kavramlar kullanıldığında bizzat lafızlarının “okuma” anlamını ihtiva ettiği ancak “anlayarak okuma” gibi bir anlamı ihtiva etmedikleri sonucuna varılmıştır. Bir başka ifadeyle “okuma” denilen faaliyet için anlam ve amel son derece önemli ama bu “okuma”nın gerçekleşmiş olmasının şartı okunan metni anlamak değildir. Okumak mutlak bir faaliyettir, anlayarak yapılanı kuşattığı gibi anlamayarak yapılanı da ihtiva eder bir özelliktedir.»[2]
Yani Kuran-ı Kerim okuyan kişi anlasın veya anlamasın mutlak olarak ecir ve sevaba nail olur. Evet, Kuran-ı Kerim’in öncelikli gayesi anlaşılıp hayata tatbik edilmesidir; lakin biz şuanda bu konudaki bir saptırmayı gündemimize aldığımızdan evvela bu meseleyi vuzuha kavuşturduktan sonra Kuran-ı Kerim’in anlaşılarak okunması üzerinde de duracağız inşallah.
Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim Kuran-ı Kerim’den bir harf okursa, onun için bir hasene vardır. Her bir hasenenin karşılığı da on sevaptır. (Dikkat edin) Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis ‘elif’ bir harftir, ‘lâm’ bir harftir, ‘mîm’ de bir harftir.”[3]
Bu hadis-i şerifte Peygamberimizin (s.a.s.) “hurûf-ı mukattaa” olarak isimlendirilen ve manası kesin bir şekilde bilinmeyen (ألم) elif-lâm-mîm harflerini örnek vermesi son derece dikkat çekicidir. Çünkü bu harflerin ne manaya geldiği ne Kuran-ı Kerim’de ne de hadis-i şeriflerde izah edilmemiştir. Müteşâbihattan olmaları ve müteşâbihatın yorumlanmasının da dinen yasaklanması sebebiyle âlimlerin birçoğu da Hurûf-u mukattaaya mana vermekten kaçınmışlardır.[4] Yani Peygamberimiz (s.a.s.) manası anlaşılmayan, ne anlama geldiği bilinmeyen bu üç harfi okuyan kimse için bile üç hasene verileceğini ve bu üç hasenenin de on katıyla mükâfatlandırılacağını müjdelemektedir. Buradan da ortaya çıkıyor ki Kuran-ı Kerim okumanın ibadet vasfı kazanması ve okuyan kimsenin ecre nail olması manasının anlaşılmasıyla kayıtlı değildir. Anlamayarak da olsa Kuran-ı Kerim’i okuyan kişi okuduğu her bir harf için en az on sevap kazanır. İhlas ve samimiyeti oranında bu mükâfat daha da katlanabilir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de Allahu Telala şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”[5]
Kuran-ı Kerim okumaya teşvik noktasında ecir kapıları o kadar açılmıştır ki okumakta zorlanan ve kekeleyerek okumaya çalışan kimsenin bile iki kat ecre nail olacağı bizzat Peygamberimiz (s.a.s) tarafından müjdelenmiştir. Hz. Aişe (r.anha) validemizin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (s.a.s.) bunu şöyle ifade buyurmuştur:
“Kuran’ı ezberleyip okuyan kişi, Allah katındaki seçkin meleklerle birlikte olacaktır. Kuran’ı zorlanarak/ kekeleyerek de olsa okumaya çalışan kişiye ise ‘iki kat’ ecir vardır.”[6]
Bu hadis-i şerifte yine Kuran-ı Kerim okumanın faziletiyle alakalı çok önemli bir noktaya işaret ediyor. Yani anlamak şöyle dursun, okumakta bile yeterli olmayan, çat pat okumaya çalışan bir kimse bile ecir ve mükâfattan mahrum kalmıyor. Üstelik okumakta mahir olandan iki kat daha fazla ecir vaat ediliyor. Bu müjde “güzel okuyamıyorsan bile okumaya devam et, Kuran tilavetinden mahrum kalma” mesajı veriyor adeta.
Burada son derece önemli bir ayrıntı da şudur; Kuran-ı Kerim Peygamberimiz (s.a.s.)’e bizzat vahyolunduğu ve kalbine işlendiği halde[7] o da Kuran-ı Kerim’i hem tilavet eder hem de dinlemeyi severdi. Hz. Aişe annemizin anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.) onun hanesinde kaldığı bir gecede el-Bakara, Âl-i İmran ve en-Nisa surelerini okumuş, tehdit bildiren ayetleri okuyunca dua edip Allah’a sığınmış, müjde bildiren ayetleri okuyunca da dua edip (bahsi geçen müjdeleri) istemiştir.[8] Hâlbuki Efendimiz (s.a.s.) Kuran-ı Kerim’de geçen müjdeleri de tehditleri de biliyor ama yine de baştan başlayarak tekrar tekrar okuyor.
Başka bir hadisi şerifte ise Kuran-ı Kerim dinlemeyi sevdiği şu şekilde rivayet edilmektedir: “Rasulullah (s.a.s.) sahabeden Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’ın kendisine Kuran-ı Kerim okumasını istemişti. Bunun üzerine İbn Mes’ûd (r.a.): ‘Ya Rasûlallah! Kur’an sana indirildiği halde ben mi sana okuyacağım?’ dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) de: ‘Evet, onu başkasından dinlemeyi seviyorum!’ buyurdular.”[9]
Sahabe-i Kiram’ın Kuran’la olan münasebetlerini incelediğimizde de Kuran okumaya son derece yoğunluk verdiklerini, belirli aralıklarla Kuran-ı Kerim’i hatmettiklerini görüyoruz. Hatta gerek kendi aralarında gerekse Efendimiz (s.a.s.)’e hangi sıklıkla Kuran’ı hatmetmenin uygun olacağı sorusunu yönelttikleri hadis kaynaklarımızda yer almaktadır.[10] Hz. Osman (r.a.)’ın bir gecede Kuran’ı hatmettiği vaki ise de bazı âlimler üç günden daha az sürede hatmedilmesini mekruh görmüşler.[11] En fazla ne kadar zamanda bir hatmedilmeli noktasında ise kırk günden fazla arayı açmayı mekruh görenler olmuştur. Ancak Hasen b. Ziyad’ın (r.h.) naklettiğine göre Ebu Hanife (r.h.) Peygamberimizin (s.a.s.) vefat ettiği yıl Cebrail (a.s.)’a Kuran’ı iki defa okuduğunu delil getirerek senede iki defa hatmedenin Kuran’ın hakkını vermiş olacağını ifade etmektedir. [12] Yani sahabe-i kiramın Kuran-ı Kerim’i belli süre zarfında baştan sona okuyup hatmetmek gibi bir hassasiyetleri olduğu kaynaklarımızda çok açık bir şekilde yer almaktadır. Bununla beraber Kuran-ı Kerim’i hatmettikleri vakit aile efradını toplayarak dua ettikleri de rivayet olunmuştur.[13]
Toparlayacak olursak Kuran-ı Kerim’in; tilavetiyle, mukabelesiyle, hatim dualarıyla vs. toplumumuzda kökleşmesi asr-ı saadete muvafıktır ve birebir ashabı kiramın hayatlarından bize intikal etmiştir. Hadis kaynaklarımızda Kuran okumanın faziletleriyle alakalı “Fezâilü’l-Kur’ân” başlığıyla hususi bahisler açılmış; Kuran’ı okumaya, anlamaya, öğrenmeye, öğretmeye ve onunla amel etmeye teşvik eden rivayetler bu başlık altında toplanmıştır. Ancak bu rivayetlerin hiç birinde Kuran tilavetinin ibadet vasfı kazanması ve okuyana ecir kazandırması manasının anlaşılmasıyla kayıtlanmamıştır. Tabi ki de asıl olan ve faziletli olan Kuran-ı Kerimi anlayarak, tefekkür ederek, sindirerek ve en önemlisi amele dökerek okumaktır. Ancak başta da ifade ettiğimiz gibi biz buraya kadar, süslü laflarla insanımızın Kuranı Kerim’le olan irtibatını koparmaktan öte bir mana taşımayan kısır bir anlayışa cevap vermeyi amaçladık. Kuran’ı anlamak üzerine mülahazalarımızı yeni bir başlık altında ifadeye gayret edelim.
Kuran’ın Manasını Anlamak Üzerine
Ülkemizde gerçekten çok suiistimal edilen meselelerden birisi de budur; Kuran’ın manasını anlamak. Son yıllarda meal yazmak adeta moda oldu. Önemli bir kısmı mezhepsiz ve de ilimsiz kimseler olan bu meal furyası, kendi pazarlarını oluşturmak adına bütün bir ulemayı insafsızca tenkit etmekte Kuran’ın bugüne kadar yanlış anlaşıldığını/ anlatıldığını kendilerinin doğrusunu anlayıp anlattığını ileri sürmektedirler. Dolayısıyla Kuran-ı Kerim’in anlaşılması mevzu bahis olduğunda bir numaralı alternatif olarak sunulan “meal” kavramı üzerinde duralım.
Meâl; «sözlükte “bir şeyin varacağı gaye, bir şeyi eksiltmek” demektir. Istılahta; Kuran ayetlerini her yönü ile aynen çevirme iddiası olmaksızın, başka bir dile aktarmak anlamında kullanılır. Kuran’ın kelime ve cümlelerini kelimesi kelimesine, hiçbir anlamını eksik bırakmadan başka bir dile çevirmek mümkün olmadığı için Kuran’ın başka dillere çevirisine meâl ismi verilmiştir. Bu kelime ile yapılan çevirilerde eksik olabilir, bu anlam, ayetin, kelimenin yaklaşık manasıdır demek istenir.»[14]
Meâlin, hem sözlük hem de ıstılah manasından da anlaşıldığı üzere Kuran-ı Kerim’in başka bir dile “mana ve mefhum” olarak aktarılmasına meal adı veriliyor. Kısacası meal, yazarının Kuran-ı Kerim’den kendi anladığı mana ve mefhumu Türkçe’ye veya herhangi bir dile aktarmasıdır, diyebiliriz. Burada sormamız gereken şöyle bir soru var; Kuran-ı Kerim’den herkes aynı manayı anlayabilir mi? Tabi ki hayır, herkes aynı manayı anlasa zaten mezhepler, meşrepler, farklı dini guruplar ortaya çıkmazdı. Bugün yazılmış Türkçe meallere baktığımızda da bu durumu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Aynı ayet bir meale farklı başka meale daha farklı bir biçimde aktarılabiliyor. Mesela bir örnek zikredecek olursak Bakara Suresinde -surenin de ismini aldığı- İsrâiloğulları’na dair bir kıssa şöyle anlatılır:
وَاِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادّٰرَءْتُمْ ف۪يهَاۜ وَاللّٰهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَۚ ﴿٧٢﴾ فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَاۜ كَذٰلِكَ يُحْـيِ اللّٰهُ الْمَوْتٰى وَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٧٣﴾
- Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran Yolu Meali:
“Hani siz bir adam öldürmüştünüz de bu hususta birbirinize düşmüştünüz. Hâlbuki Allah sakladığınızı ortaya çıkaracaktı. Sonra “(kesilen ineğin) bir parçasıyla ölüye vurun” dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini gösterir.”[15]
- Hayat Kitabı Kuran, Mustafa İslamoğlu:
“Hani bir kişiyi öldürmüştünüz de, hemen ardından bu konuda birbirinizi suçlamıştınız. Oysaki Allah örtbas ettiğiniz gerçeği açığa çıkarırdı. Bu maksatla dedik ki: “Bu (prensib)i[16] bu türden (çözümlenmemiş cinayet olaylarından) bazılarına da uygulayın. Allah aklınızı kullanabilesiniz diye ölüyü işte böyle diriltir ve âyetlerini size bu şekilde gösterir.”[17]
- Süleymaniye Vakfı Meali:
“Bir gün de bir kişiyi öldürüp suçu birbirinize atmıştınız. Hâlbuki Allah gizlemiş olduğunuz şeyi ortaya çıkaracaktır. Ölenin parçasını bedenine yerleştirin!” dedik. Allah ölülere, bu şekilde (parçaları tamamlayarak) can verir. Size ayetlerini gösteriyor ki aklınızı kullanasınız.”[18]
Evet, aynı ayetin üç farklı mealini okuduk, aynı ayet ama çok farklı şekillerde meallendirilmiş. Aslında yorumlanmış demek daha doğru olur. Sadece Diyanet Meali olabildiğince metne sadık kalmış, zamirle ifade edilen kısmı parantez içinde zikretmiş; ancak diğer ikisine baktığımızda tamamen farklı şeyler anlatılıyor. Bu neden böyle? Çünkü Kuran yoruma müsait bir metindir. Dolayısıyla meal yazarlarının ilmi birikimleri, akli ve fikri derinlikleri ve en önemlisi itikadi görüşlerinin farklılığı oranında mealler de farklılaşıyor ve tabiri caizse ortaya böyle bir keşmekeş çıkıyor.
İşte insanları Kuran’ı anlamak sloganıyla meal furyasına sevk edenler aslında böyle bir kargaşanın içine sürüklemektedirler. “Kuran’ı Türkçesinden okudum, çelişkiler buldum vs.” diyerek deist ateist olan binlerce gencin sorumlusu işte bu arızalı kafadır. Kuran’da çelişki buldum diyorlar hâlbuki onlara “bu Kuran değildir, bizim Kuran’dan anladığımızdır” denilseydi tahribat belki bu boyutlara varmazdı. Ancak “Allahu âlem Allah’ın muradı böyledir” demek ihtiyatını bile göstermekten ictinab eden mütekebbir zevat vahyi bizzat Cebrail’den (a.s.) almış edasıyla ahkâm kesmeyi tercih ederek bir neslin inancına dinamit yerleştirdiler. “Artık vay o kimselerin hâline ki, kitabı elleriyle yazarlar da, sonra da onu az bir pahaya satabilmek için: ‘Bu, Allah katındandır!’ derler. İşte ellerinin yazdıkları yüzünden onların vay hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay onlara!”[19]
İkinci bir şey; meal yazarı itikaden sağlam ilmen yeterli olsa bile, yine de Kuran’ı tam olarak Türkçeye aktarması mümkün değildir. Çünkü hiçbir dil tam olarak diğer bir dilin duygu ve düşüncelerini yansıtamaz. Hal böyle olunca Arapça dilinin zenginliği, Kuran’ın belagat ve îcâzıyla da birleşince sair dillerin bunu ifade etmekte hepten aciz kalması kaçınılmaz bir durum olmaktadır.
Bu noktada bize güzel bir örnek tasvir edeceğini umduğum bir hadiseyi nakletmek istiyorum. Hepimizin bildiği Çağrı filmi 1970’li yıllarda Fas çöllerinde çok kısıtlı imkânlarla çekilebilmiştir. Buna rağmen filmin yönetmeni Mustafa Akkad filmi aynı platformda farklı oyuncularla iki defa çekmiştir. Bu çekimlerden biri başrolünü Hz. Hamza karakteriyle Anthony Quinn’in oynadığı ve Türkiye’de diğerine nazaran daha meşhur olan İngilizce versiyonu “The Message”dır. Diğeri ise bütün oyuncuları Arap olan ve Arapça olarak çekilen “er-Risâle”dir. Mustafa Akkad’a dublaj yapmak yerine neden bunca meşakkate ve masrafa katlanarak çölde kızgın güneşin altında, kum fırtınalarının arasında atlarla oklarla son derece zor savaş sahneleri olan bir filmi iki defa çektiği sorulunca şu manidar cevabı vermiştir: “Bunun nedeni İslâm’ı Batı’ya “kendi dilleriyle”, kendi oyuncularıyla ve en önemlisi kendi mantıklarıyla anlatmaktı.”[20] Aynı soru Mustafa Akkad’ın oğlu Malek Akkad’a sorulduğunda ise yine benzer bir şekilde şu cevabı veriyor: “Birkaç nedenden dolayı iki dilde çekmeyi seçtiğini sanıyorum. Birincisi; Arapça versiyonu Kur’an-ı Kerim’in asıl metnine daha yakın olduğu için bunun dublajı yapılamaz. İkinci olarak da; filmin uluslararası pazarlarda erişimini genişletmek için İngilizce bir versiyon yapmak istediğini düşünüyorum.”[21]
Bu her iki beyandan da anlaşıldığı üzere İslam’ı beyaz perde vasıtasıyla Batı’ya tanıtmayı hedefleyen Mustafa Akkad Batı’nın duygu ve düşüncelerini ancak kendi dillerini kullanarak tam anlamıyla yansıtabileceğini düşünüyor. Yine bunu yaparken İslam dünyasını da göz ardı etmemek adına Kuran ayetlerini ve hadisi şerifleri orijinal diliyle yansıtmanın daha tesirli olacağını düşünüyor ki bize göre de bu çok isabetli bir düşüncedir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi hiçbir dil başka bir dilin duygu ve düşüncelerini tam manasıyla yansıtamaz. Her dilin kendine has bir binası, kültürel normları, edebi derinlikleri vardır. Her ne kadar en güzel şekilde çevirmek isteseniz bile o mana derinliğini yansıtmanız mümkün değildir. Mustafa Akkad’ın bütün o meşakkati ikiye katlayarak filmi iki defa çekmesi işte o mana derinliğini ıskalamamak ve muhatap kitleye kâmil bir biçimde mesajını vermek gayesiyle olmuştur. Oyuncular tarafından temsil edildiği halde bile duygu ve düşünceler tam anlamıyla yansıtılamıyorsa kâğıt üzerindeki bir yazıyla ne kadar yansıtılabilir, takdirlerinize bırakıyorum.
Kaldığımız yere dönecek olursak; meal dediğimiz şey Kuran ayetinin olabildiğince yakın bir mana ile başka bir dile aktarılmasıdır. Tam olarak Allah’ın muradı budur diyebilmemiz mümkün değildir. Belki “yaklaşık olarak böyledir” denilebilir.
Üçüncü bir şey; tam olarak başka bir dile aktarıldığını varsaysak bile bu meal yine tek başına Allah’ın kelamını tam olarak anlamamızı temin etmeye yetmez. Çünkü Kuran-ı Kerim’i anlamak bir ayetin lafızlarını anlamaktan ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı bütün Arapların âlim olması gerekirdi; zira Kuran-ı Kerim kendi konuştukları dil ile nazil olmuştur. Bilakis Kuran’ı anlamak; okuduğumuz bir ayetin “siyak sibak” dediğimiz bağlamını, “sebebi nüzul” dediğimiz iniş sebebini, “Mekkî Medenî” diye taksim ettiğimiz iniş zaman ve mekânını, “nâsih mensûh” dediğimiz hükmünün yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığını, “mutlak mukayyet” dediğimiz o ayette geçen hükmün başka bir ayetle veya hadisle kayıtlanıp kayıtlanmadığını, “umum husus” dediğimiz o ayetin genel ifadesinin başka bir ayetle veya hadisle özelleştirilip özelleştirilmediğini vs. bilmekten geçer. (Hadisler için de aynı kıstaslar geçerlidir) Ve en önemlisi Allah Rasulü’nün dergâhında yetişmiş sahabe-i kiram başta olmak üzere selef-i salihin (Efendimizden sonraki üç nesil) o ayetleri nasıl anlamış, hayata nasıl tatbik etmiş bunlara da vakıf olmak durumundayız. Sahabe-i kiramın ve selef-i salihinin referans olmadığı hiçbir yoruma bizim din dememiz mümkün değildir. Düşünebiliyor musunuz şu ahir zamanda birileri çıkıyor ve diyor ki “ben; kendisi veya babaları veya dedeleri Peygamber (s.a.s) ile birlikte namaz kılan, onun hutbelerini vaazlarını dinleyen, onunla savaşlara giden insanlardan daha doğru anlıyorum bu dini.” Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Bu adamları kelli felli zatlar dinliyor da biri çıkıp demiyor ki vahyin ilk muhatapları, Peygamberin talebeleri Kuran-ı Kerim’i doğru anlayamadıysa, sen nasıl doğru anlıyorsun?
Hâsılı kelam Kuran’ı anlamak için evvela dilini bilmek, sonra da o dil ile usul, tefsir, hadis, fıkıh, akaid gibi ilimleri ehil üstatlardan tahsil etmek gerekir. Zira günümüze kadar da bu böyle gelmiştir. Dikkat ederseniz son bir asır öncesine kadar Türkler Kuran-ı Kerim’i Türkçeye tercüme etmemiştir. Çünkü böyle bir şeye ihtiyaç duyulmamıştır. Bunun yerine Kuran ilimleri okunup okutularak Allah’ın kitabına kendi usul ve menheciyle vakıf olma yolunu benimsemişlerdir. Nitekim Kuran-ı Kerim’i sağlıklı bir biçimde anlamak ancak bu ilimleri tahsil etmekle mümkün olur.
Meallere bakışımızda doğru tavır ne şekilde olmalıdır?
Meallerle alakalı çekincelerimizi dile getirdikten sonra şunun da altını çizmek gerekir ki; bir müslüman kendisine gönderilen kitapla hemhal olup sürekli okuması gerektiği gibi imkânlar dâhilinde manasını da öğrenmeye gayret göstermelidir. Özellikle namazlarda okuduğumuz surelerin anlamlarını bilmemiz önem arz etmektedir. Halkımız açısından bu noktada meallerden istifade olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Her ne kadar Kuran’ın mana derinliğini tam anlamıyla yansıtamasa da; bizi tefekküre sevk edecek kıssalar, açık seçik bazı ikaz ve uyarılar, dünyevi ve uhrevi anlamda verilen müjde ve tehditler önemli ölçüde anlaşılabilir pasajlardır. Ancak bizim ısrarla dikkat çektiğimiz ve kaçınılmasını tavsiye ettiğimiz şey; meal yazarının Kuran’dan anlayabildiği kadar Türkçeye naklettiği metni, mutlak olarak Allah’ın kelamı ve muradı olarak görme ve bunun üzerine bir takım hükümler bina etme anlayışıdır. Kesin olarak ifade edelim ki meal Kuran değildir; Kuran’ın kısmen ve yaklaşık olarak Türkçeye aktarılmış halidir. Kısmen dememizin sebebi; çoğunlukla ayetlerin birkaç manaya ihtimalli olmasından ve meal yazarının bu ihtimallerden biri üzerine ayetin mealini bina etmesinden dolayıdır.
Bunu böylece ifade ettikten sonra üzerinde durmamız gereken bir mesele de şudur; meal seçimi noktasında titiz davranmalı, özellikle son yıllarda ilmi ehliyet ve halis niyetten yoksun olan bir takım kişilerin/çevrelerin piyasaya sürdüğü meallerden uzak durulmalıdır. Mümkün mertebe ilmi geleneğimize bağlı, yeni şeyler ihdas etmenin şehvetine kapılmayan, modern ve seküler çevrelerden alkış alma gayreti içerisinde olmayan, ilmi ehliyete sahip âlimlerin (veya ilmi heyetlerin) telif ettiği “açıklamalı ve izahlı” mealler tercih edilmelidir.[22] Ancak her hâlükârda ayet meallerinden kendimizce hüküm çıkarmaktan ve fetva vermekten son derece sakınmalı, hikmetini ve inceliğini anlayamadığımız noktaları ehil kimselere sormalıyız. Elimizdeki mealin de kul yazısı olduğunu ve hatadan kusurdan hali olamayacağını aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sonuç
Tafsilatı geride geçtiği üzere Kuran-ı Kerim’i okumak, ezberlemek hatta yüzüne bakmak bile ibadettir. Bizi Rabbimize yaklaştıracak salih ameller zümresindendir. Bu hususta asla gevşek davranmamalı her gün mutlaka zaman ve imkân dâhilinde Kuran-ı Kerim okumaya özen göstermeliyiz. Ne kadar yoğun olursak olalım hiç olmazsa en az 1 hizb (5 sayfa) okumayı adet haline getirelim. Bununla beraber Kuran-ı Kerim’i anlamak için de gayret sarf edelim; ancak bunun için ayrı bir vakit tahsis edelim. Yani Kuran-ı Kerim’i okumayı, kıraat ve tilavet etmeyi ayrı bir ibadet; onu anlamaya çalışmayı, tefekkür ve tedebbür etmeyi de ayrı bir ibadet olarak günlük hayatımıza konumlandırmalıyız. Her ikisi için farklı vakitler tayin ederek az da olsa düzenli bir şekilde Kuran-ı Kerim’le olan münasebetimizi diri tutmalıyız. Allah Rasulü’nün (s.a.s.) öğrettiği ve sahabe-i kiram efendilerimizin hayatlarına tatbik ettikleri tavrın bu şekilde olduğu -bir kısmını geride zikrettiğimiz- nakillerle bize kadar ulaşmıştır. Dolayısıyla git gide kaybetmeye başladığımız bu hassasiyetimizi yeniden ihya etmek ve diri tutmak öncelikli vazifelerimizden biri olmalıdır. Kuran-ı Kerim okumayı bilmiyorsak öğrenmeliyiz, az biliyorsak bu bilgimizi daha iyi bir noktaya taşımaya gayret etmeli talimiyle tecvidiyle kıraatımızı süslemeliyiz. Okumayı biliyor da bu kesif propagandaların tesirinde kalarak Kuran okumayı ihmal etmişsek hemen toparlanmalı, bu rahmet ve bereket membaından kana kana içmeliyiz. İyi bir şekilde okuyabiliyorsak Arapça öğrenmenin ve Kuran ilimlerini tahsil etmenin yollarını aramalıyız. Ama ne yapıp edip bir şekilde Kuran’ı hayatımızın merkezine koymalıyız.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyurdular ki: “Kıyamet gününde Kur’an-ı Kerîm gelecek ve Allah Teâlâ’ya: ‘Yâ Rabbî! Kur’an okuyan kimseyi şeref süsüyle süsle!’ diyecek; bunun üzerine Kur’an okuyan kimse şerefle süslenecek. Yine Kuran-ı Kerim: ‘Allah’ım! Ona şeref elbisesi giydir!’ diyecek; hemen o zata elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kuran: ‘Rabbim! Ona şeref tacı giydir!’ diye niyaz edecek; o kimseye şeref tacı giydirilecek. Sonunda Kur’an-ı Kerîm: ‘Ya Rabbi! O kulundan razı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün bir şey yoktur.’ diyerek Kur’an okuyan kimseyi manevi mertebelerin en yükseğine ulaştıracak.”[23]
“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.”[24]
***
[1] Suyutî, el-Camiû’s-Sağir (Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2017): I-II/242 (3966).
[2] AĞIRKAYA, G. “Kur’ân’ı Anlamadan Okumanın Bir Sevabı Yok mudur?” DİYANET İLMÎ DERGİ · CİLT: 56 · SAYI: 3 · TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2020: S. 712.
[3] Et-Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 16 (2910); ed-Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 1 (3342).
[4] “O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” 3/Âl-i İmran, 7.
[5] 4/en-Nisa, 40.
[6] El-Buhârî, Tefsir 80 (4937); Müslim, Salatû’l-Müsafirin 244 (1862); vd.
[7] Peygamberimiz (s.a.s) Kuran kendisine vahyedilirken ezberlemeye çalıyordu ki bu ayeti kerime nazil oldu: “(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kıpırdatma. Şüphesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize aittir.” 75/el-Kıyame, 16-17.
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned: XXXXI/155 (24609); Beyhakî, Şuabu’l-iman: (Mektebetü’r-Rüşd, 2003): III/437 (1925).
[9] El-Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 32 (5049).
[10] Et-Tirmizî, Kıraat 13 (2946); ed-Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 33 (3513).
[11] es-Suyutî, el-İtkan fi ûlumu’l-Kur’an (Müessesetü’r-Risale, Thk: Şuayb el-Arnavud): s. 221.
[12] es-Suyutî, el-İtkan fi ûlumu’l-Kur’an: s. 221-222.
[13] ed-Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 33 (3501).
[14] Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 412.
[15] Diyanet İşleri Başkanlığı, Kuran Yolu Meali, 2/Bakara, 72-73.
[16] “Prensib” dediği Tevrat’tan yaptığı şu nakildir: «Ve o şehrin bütün ihtiyarları, öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide kurban edilmiş olan ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar ve cevap verip diyecekler: Ellerimiz bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın kavmin İsrâil’e bağışla ya Rab ve kavmin İsrâil arasında suçsuz kan bırakma! Ve kan onlara bağışlanacaktır” (Tesniye 21: 6-8)» (Hayat Kitabı Kuran, s.27, 10. Numaralı not) …bu olay faili meçhul cinayetleri çözümlemek için uygulanan bir yöntemdir. Buna göre, bir cinayet suçu işlendiğinde kâtil tesbit edilemez ve maktul de yerleşim birimine yakın bir yerde bulunursa, oranın halkından kim onların şeriatlarında tanımlandığı gibi (2:67, not 10) gelir de kurban edilen ineğin üzerinde elini yıkarsa o cinayeti işlememiştir. Bunu yapmayan kimsenin kâtil olduğu ortaya çıkar.” (Hayat Kitabı Kuran, s.28, not 3)
Bunu yapmayanın katil olduğu ortaya çıkmaz çünkü katil de gelip aynısını yapar, hem de ilk önce o yapar. Sözüm ona “prensib”in tutarsızlığı bir yana; sahih senetle nakledilen ve ümmetin genel kabulüne mazhar olan hadis-i şerifleri delil olarak kabul etmeyen meal yazarının, tahrif edildiği Kuran ayetiyle sabit olan muharref Tevrat’ı referans göstermesi de ayrıca manidardır.
[17] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kuran, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.28.
[18] Süleymaniye Vakfı Meali, 2/Bakara, 72-73.
[19] 2/el-Bakara, 79.
[20] Mustafa Akkad ile yapılan bir röportaj: https://www.gzt.com/mecra/cagri-filmi-nasil-cekildi-mustafa-akkad-anlatiyor-3594004
[21] Yeni Şafak Pazar’ın Malek Akkad ile yaptığı röportaj: https://www.yenisafak.com/hayat/cagri-gibi-daha-fazla-filmler-olmali-3806592
[22] Mahmud Ustaosmanoğlu “Kuran-ı Mecid ve Tefsirli Meâl-i Âlisi”; Ali Küçüker “Fıkhi Hükümler ve İlmi Çözümler Açısından Kuran-ı Kerim’in İzahlı Meali”; Mahmut Kısa “Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali” bu ölçülere mümkün mertebe riayet eden istifade edilebilecek meallerden bazılarıdır.
[23] Et-Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 18; ed-Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 1
[24] 10/Yunus; 57.