Osmanlı’nın ihtişamını kaybetmeye başlaması, batının ise teknik teknoloji ve sanayi alanında bir sıçrama yapmasıyla müslümanların neden geri kaldığı sorusu bir kısım düşünürlerin gündemlerinde yoğun bir yer tutmuştur. Kendilerince yaptıkları tahkikatta bir kısmı “din terakkiye manidir” diyerek faturayı dine keserken, bir kısmı biraz daha ihtiyatlı davranarak mevcut dini muhtevayı ve ilmi geleneği itham etmekle yetinmiştir. Neticede gömleğin düğmesi baştan yanlış iliklendiği için gerisinin de yanlış devam etmesi kaçınılmaz olmuştur.
Teraziyi Allah’ın dinine göre değil de batının değer yargılarına göre konumlandıranlar ilerlemenin ya da geride kalmanın ölçüsünü de doğru tespit edememişlerdir. Çünkü tamamen maddiyata dayalı bir seviye tespitidir bu. Hâlbuki İslam dünyası Osmanlı’nın yıkıldığı gün bile insanı insan yapan ahlaki ve kültürel değerleriyle batıdan çok çok ilerideydi. Evet, belki teknik teknoloji alanında bir miktar geride kalmış, bir ivme yakalayamamış olabilir; ancak buna sebep olan faktörün din olmadığını bizzat tarihi gerçekler açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Keza bunu telafi edecek olan da yine dini veya dini geleneği devre dışı bırakmak değildir. Zaten geldiğimiz mevcut durum da bu yanlış teşhisin sebep olduğu vehameti açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Dini/dini geleneği bir yük olarak görüp sırtından indirenlerin teknik ve teknolojiyi değil, bütünüyle batının kültür(süzlük) ve ahlak(sızlık) değerlerini yüklendiklerini ibretle seyretmekteyiz. (Zaten amaç teknik teknoloji mi elde etmekti, yoksa dinden tamamıyla kurtulup batılılar gibi mi yaşamaktı bunun cevabını da takdirlerinize bırakıyorum) Bugün batı yine teknik ve teknolojik anlamda ilerdedir; ancak biz adım adım ferah fersah onları takip ettiğimiz halde kayda değer bir terakki elde edebilmiş değiliz. Daha da kötüsü köksüz, kültürsüz ve ahlaksız bir toplum olmaya doğru hızlı bir şekilde eviriliyoruz. Örf, adet, gelenek, görenek ne varsa bir küpü devirir gibi devirip attık, yerine “muasır medeniyetler” denilen batı toplumlarının kabullerini ikame ettik.
Uzatmayalım, takriben bir asırdan fazladır temcit pilavı gibi sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan bu geri kalmışlık sorgusu birçok yeni söylem ve sloganı da beraberinde getirmiştir. İşte bu klişe söylemlerden biri de Müslümanların Mehdi-Mesih beklediği için geri kaldığı safsatasıdır. Safsata diyorum çünkü bunun ne dün için ne de bugün için hayatta bir karşılığı yoktur.
Mehdi ve Mesih kıyamete yakın zuhur edecek kıyametin büyük alametidir. Bu haberlerin bize kadar ulaşma serencamı son derece kuvvetli referanslara dayanır ve modern zamanlara gelinceye kadar da hiç kimse bu iki mesele üzerine evhamlar bina etmemiştir. Özellikle “Nüzûl-i İsa Mesih” akaid metinlerimize kadar girmiş, akideye/inanca konu olmuş bir meseledir. Lakin ne Mehdi ne de Mesih inancı tarih boyunca Müslümanlar için bir bekleyiş unsuru olmamıştır. Yani müslümanların bir köşeye çekilerek Mehdi veya Mesih beklediği vaki olmamıştır. En azından Ehlisünnet açısından böyle.[1] Nasıl ki kıyametin kopacağına ve dünyanın yok olacağına inandığımız halde kıyameti beklemiyorsak, nasıl ki öleceğimizi bildiğimiz halde bir kenara çekilip ölümü beklemiyorsak Mehdi ve Mesih’in geleceğine inandığımız için de böyle bir beklenti içini girmedik, tarih boyunca da müslümanların böyle bir tavır içerisine girdiği vaki değildir. Mesela Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u gelsin Mehdi fethetsin gibi bir düşüncede olmamıştır. Aksine hadislerde övülen o kutlu komutan olabilmek için daha sahabe asrından itibaren İstanbul kuşatılmaya başlanmış. Veya Yavuz Sultan Selim müslümanların birliğini Mehdi tesis etsin diye beklememiştir. Ya da Osmanlı’nın bütün vatanı işgal halindeyken oturup Mehdi gelip kurtarsın diye bir beklendi içine girilmemiştir. Bütün kısıtlı imkânlarımıza rağmen ulemanın öncülüğünde milletçe direnmiş teslim olmamışız. Daha geriye gidersek İslam dünyası çok ağır Moğol ve Haçlı işgallerine maruz kalmış, zaman zaman yok olma noktasına gelmiş; ancak yine küllerinden yeşermeyi bilmiştir. Sonuçla değil süreçle yükümlü olduğunun bilincinde olarak zafere değil sefere odaklanan müslümanlar her şartta sa’ye devam etmiş “Kıyametin koptuğunu görseniz de elinizdeki fidanı dikin”[2] şuuruyla hareket etmiştir. Bu nadanlar İslam ümmetinin 14 asırdır bu inançlarıyla birlikte Afrika’dan Balkanlar’a, İspanya’dan Orta Asya’ya at sürdüğünü, nice eserler vücuda getirip, nice medeniyetler inşa ettiğini okumamışlar mı? Mehdi/Mesih inancı Müslümanların hangi icraatına mani olmuş bugüne kadar ki şimdi böyle bir vehim ileri sürülerek akidevî meseleler ve sahih hadisler inkâr ediliyor?
Böyle bir gerekçenin müslümanları Mehdi/Mesih bekleyerek teslim olmaya, tembelliğe vs. ittiği iddiası hadis metinleri açısından da temelsiz ve mantıksız bir iddiadır. Çünkü Hz. İsa ve Hz. Mehdi müslümanların sıkıştığı bir vakitte imdatlarına yetişecek birer süper kahraman olarak değil kıyamete yakın gelecek iki kıyamet alameti olarak zikredilmiştir. Onun için Müslümanların Mehdi/Mesih bekledikleri ve bu yüzden geri kaldıkları/ilerleyemedikleri iddiası en hafif tabiriyle safsatadır, tamamıyla basit bir kurgudan ibarettir.
Yine delilere/sahtekârlara iş çıkıyor, ortalık Mehdi’den Mesih’ten geçilmiyor şeklinde son derece ciddiyetsiz gerekçelerin bu inkâr politikalarına mesnet olarak ileri sürülmesi oldukça şaşırtıcıdır. Peygamberimiz’in (s.a.s.) “Hâteme’n-Nebî” olarak Kuran-ı Kerim tarafından son peygamber olduğu tescil edildiği halde, daha vefat eder etmez sahte peygamberler zuhur etmiştir. Günümüzde de birilerinin kendilerini “Resul” ilan etmelerine hâlâ şahit olmaktayız. Ve işin ilginç tarafı kendilerine müşteri de buluyorlar. Yani “yok” demek işi çözmüyor, çünkü sahtekârlığın sonu yok. Yine tarih boyunca kendisini Mehdi ilan ederek devlete başkaldıranlar olduğu gibi kendisini “Cumhuriyet’in kurtarıcısı” olarak görüp tankları sokaklara dökenlerin sayısı da hiç az değildir. (27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat)
Netice olarak bir takım şaz girişimleri merkeze alarak külli kaideler elde etmeye çalışmak sağlıklı bir girişim değildir. Delilere ya da sahtekârlara kullanım alanı oluşturan her şeyi reddetmeye/yok etmeye kalkamayız. Zira her gerçeğin bir sahtesi ihdas edilebiliyor. Şu durumda yapılması gereken bu inkar/red politikasından vazgeçerek, toplumda eğriyi doğrudan, sahteyi gerçekten ayıracak sıhhatli bir bilinç tesis etmektir. Mehdi yoktur demekle yok olmuyor.
Mehdi ve Mesih aynı zaman diliminde zuhur edecek iki isimdir dedik. Şimdi bu iki kavramla alakalı da olabildiğince derli toplu bir malumat vermek istiyorum. Zira özellikle Nüzûl-i İsa son derece ehemmiyet arz eden bir meseledir. Her ne kadar hayatımıza yansıtabileceğimiz ahlaka ve ahkâma müteallik bir mesele olmasa da bidat ehli kimselerin bu mesele üzerinden çok ciddi algı operasyonları ve inkâr politikaları yürütmeleri boşuna değildir. Bir takım deli saçmalarına istinaden nelerin üstüne çizgi çekildiğinin bilincinde olmamız gerekmektedir. Bunun inançla nasıl bir ilgisi var ki akaid metinlerine girmiştir? Veya günümüzde bu konu etrafında neden fırtınalar koparılıyor? Ekranlarda neden en çok gündeme getirilen meselelerden biri bu? Şeklindeki haklı soruların cevabını aramak için bu meseleyi de yine tafsilatıyla ele almak yerinde olacaktır.
Nüzûl-i İsa Mesih
Kuran-ı Kerim’de Hz. İsa’nın ismi veya lakabı olarak 11 defa[3] geçen “Mesih” kelimesinin manası hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Hz. İsa’nın sürekli yeryüzünde dolaştığı için “Mesih” adını aldığını söyleyenler olduğu gibi, vücudunda hastalık bulunan bir kişiye elini sürdüğünde iyileştirdiği için ona “Mesih” denildiği de söylenmiştir.[4]
Ehlisünnet âlimlerimizin “ittifakıyla” İsa Mesih kıyamete yakın yeryüzüne gelecektir. Son dönem bazı kaynaklarda[5] bunun âlimler arasında “tartışmalı” olduğu şeklinde yapılan açıklamalar bir takım vehimlere dayanmakta ve gerçeği yansıtmamaktadır. Geçtiğimiz asırda Mısır’da neşet eden birkaç modernist ismin indi yorumlarının ulema arasından çıkmış muhtelif bir görüş gibi takdim edilmesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Otuz küsur sahabe tarafından Efendimizden merfu olarak nakledilen, Ehlisünnetin itikat metinlerine kadar giren ve Rasulullah (s.a.s.)’dan günümüze kadar ümmetin üzerinde icma ettiği[6] müsellem bir meseledir bu.
İsa (a.s.)’ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceğiyle alakalı Kuran-ı Kerim’de çok açık olmamakla birlikte yer alan ayetler şu şekildedir:
“Ve ‘Allah’ın elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]
Bu ayeti kerimeden anlaşıldığı üzere İsa (a.s.)’ı öldürmek isteyen Yahudi’ler bu amaçlarına ulaşamamışlar; Allah buna izin vermemiş ve onu kendi katına yükseltmiştir. Nüzul-ü İsa’yı inkâr eden taifeler ayeti kerimede geçen ve “yükseltmek” anlamına gelen “ref'” (رفع) kavramını tevil ederek İsa (a.s.)’ın Yahudiler tarafından değil ama Allah tarafından öldürüldüğü ve ruhunun Allah’a bu şekilde yükseldiği yorumunu yapmışlardır. Bir kısmı da “ref'” (رفع) kavramının makamının ve derecesinin yükseltilmesi (terfi etmek) manasında kullanıldığını ileri sürmüştür.
Bu tevillerde şöyle bir mantık hatası olduğunu söylememiz gerekir. Eğer Yahudiler öldürmüş olsaydı bu da neticede Allah’ın öldürdüğü anlamına gelmeyecek miydi? Herkes bir şekilde ölüyor; kimi trafik kazasıyla, kimi cinayetle, kimi hastalıkla vs. ama neticede hepsini öldüren Allah değil midir? Yahudilerin istediği İsa (a.s.)’ın ölmesi ise ve buna kastettilerse -ki öyledir-; bu yoruma göre amaçlarına ulaşmış oldular. Hâlbuki ayeti kerimede “onu öldüremediler tam aksine Allah onu kendi katına yükseltti” buyuruluyor. Buradan “siz öldüremediniz ben öldürdüm” şeklinde bir mana çıkarmak ne kadar isabetlidir? Okuyucunun takdirine bırakarak konuyla alakalı diğer ayet-i kerimeye geçiyorum:
“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni kendi katıma yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak…”[8]
Burada da yine “ref'” (رفع) kavramı ismi fail kalıbıyla yer almakta ve bir önceki ayette de vurgulanan “seni kendime yükselteceğim” şeklindeki ifade pekiştirilmektedir; ancak buna ilaveten farklı yorumlara sebep olan bir diğer kavram daha karşımıza çıkıyor ki o da Türkçede “vefat” olarak kullandığımız “teveffi” kelimesidir. Vefat/teveffi kelimesi Kuran-ı Kerim’de farklı kalıplarla bazen mecaz bazen hakiki anlamda kullanılmak suretiyle pek çok defa geçmektedir. Bu kelimenin asıl manası “kabzetmek, bir şeyin tamamını almak”tır.[9] Ölüm/mevt ve uyku/nevm manalarında kullanımı ise mecazidir.[10]
Şer’i nasları anlamak noktasında şöyle bir külli bir kaidemiz vardır: ” الأصل في الكلام الحقيقة /Kelamda asıl olan hakiki manadır.” Yani bir lafzı, mecaz manasına hamletmeyi gerektiren bir karine mevcut bulunduğu takdirde ancak mecaza gidilir.[11] Hâlbuki bu meselede mecaza hamletmek bir tarafa mevcut bulunan bütün karineler hakiki manayı vermemizi zorunlu kılıyor. Bununla alakalı bir misal olmak üzere şu ayeti kerimeyi zikredebiliriz:
“Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur…”[12]
Bu ayeti kerimedeki “vefat” kelimesini mecazen “uyku” olarak anlıyoruz; çünkü ölme ve dirilme fiilinin sürekli olarak gece ve gündüze nispet edilme karinesi bizi buna sevk ediyor. Zira bir insan her gece ölüp, gündüzünde dirilmez, bunun uyuyup uyanma şeklinde anlaşılması vakaya uygun olandır.
Teveffi kelimesinin hem uyku hem de ölüm manasında kullanıldığı şu ayeti kerime de bize fikir verecek önemli örneklerden biridir:
” اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ/Allah, (ölen) insanların öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında iken ruhlarını alır (vefat ettirir). Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”[13]
Bu ayeti kerimeden anlaşıldığına göre Allahu Teala hem uykuda hem de ölümde bizleri vefat ettiriyor, yani ruhlarımızı kabzediyor/alıyor. Ancak öldüğümüzde ruhumuzu tutuyor geri vermiyor ve fakat uyuduğumuzda tekrar iade ederek bizi uyandırıyor. Yani teveffi/vefat kelimesinin mutlak anlamda ölüm manasına gelmediği açıktır. Ruhun veya hem ruh hem bedenin birlikte alınması kabzedilmesi anlamında da kullanılmaktadır.
Dolayısıyla “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim ve kendi nezdime yükselteceğim” ayetini mutlak olarak “ölüm” yani mecaz şeklinde anlamak zorlama bir yorum olur. Hem ölüm manası vermemizi gerektirecek bir karine yok hem de harici bütün karineler mecaza gitmekten bizi men etmektedir. Tekraren altını çizelim ki “sahih senetle gelmiş ve mana itibariyle tevatür derecesine ulaşmış” hadislerin hiçbir makul gerekçe gösteril(e)meden üstünün çizilmesi ve onların dikkate alınmadan bu ayetlerin anlaşılmaya çalışılması da bu zorlamanın cabasıdır.
Bu ayeti kerimeyle alakalı son olarak bir şeyin daha altını çizmek istiyorum; vefat/teveffi kelimesini ister ölüm ister uyku manasında anlayalım her hâlükârda İsa (a.s.)’ın kıyamete yakın yeniden yeryüzüne ineceğine engel teşkil etmez. Çünkü ölüp dirilme vakalarının meydana gelebileceği Kuran-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle birkaç defa vurgulanmıştır. Öldürüldükten yüz yıl sonra diriltilen Üzeyr (a.s.)[14] ve çok uzun yıllar mağarada uyuya kalıp uyandırılan Ashab-ı Kehf kıssaları bunun en bariz örneklerini teşkil eder.[15] Şu halde İsa (a.s.) Allah katına ister ölü olarak, ister diri olarak ister de uyutularak yükseltilmiş olsun; hiçbir şekilde Kuran-ı Kerim’in sair naslarıyla çelişen bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ayeti kerime üzerine yapılan tevillerin beyhude olduğu da açıktır.
Nüzûl-i İsa ile alakalı Kuran-ı Kerim’de yer alan bir diğer ayet-i kerime de şudur: “Şüphesiz “o” Kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.”[16]
Bu ayeti kerime de yer alan “o” zamiri yoruma açık bir kapı bırakmaktadır; zira “o”ndan kastın kim/ne olduğuyla ilgili iki ihtimalden söz edilmektedir: Kuran-ı Kerim ve Hz. İsa. Bu gibi durumlarda zamirin merciini tespit etmek için takip edilecek yöntemlerden biri olan siyak-sibak bağlamına baktığımız zaman ayeti kerime öncesi ve sonrasıyla şu şekildedir:
“Meryem oğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen bağrışmaya başladılar. (57) Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur. (58) “O”, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. (59) Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık. (60) Şüphesiz “o” Kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur. (61) Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır. (62) İsa, apaçık mucizeleri getirdiği zaman şöyle demişti: “Ben size hikmeti getirdim…”[17]
Görüldüğü üzere 61. ayeti kerimenin öncesi ve sonrasında Hz. İsa’dan bahsedilmektedir, dolayısıyla “o” zamirinin Hz. İsa’ya döndürülmesi pek tabii isabetlidir. Zamirin aidiyetini tespit etmek için başvuracağımız bir diğer merci ise sahabe-i kiramdır. Kuran’ın ilk muhatapları ve Allah Rasulü’nün talebeleri olan Ashab-ı Kiram’ın (r.anhum) Kuran-ı Kerim’e dair yaptığı yorumlar bizi birinci derecede bağlayıcı temel umdelerdir. Meşhur müfessir ve muhaddis İbn Kesir; sahabeden Ebu Hureyre ve İbn Abbas’ın (r.anhum) yanı sıra, tabiînden Ebü’l-Âliye, Ebu Malik, Îkrime, Katade, Dehhak vd.’nin zamirin Hz. İsa’ya döndüğü görüşünde olduğunu, siyakın da buna müsait olduğunu ve zamirin Kuran-ı Kerim’e döndüğüne dair yapılan nakillerin (isabetten) uzak olduğunu beyan etmektedir.[18]
Bir üçüncü dikkate değer nokta da şudur; İbn Abbas (r.a) ayeti kerimede geçen “le îlmun” ibaresini “le âlemun” şeklinde okumuştur. Yani; İsa (a.s.) kıyamet için bir alamet, bir işarettir.[19]
Evet, Kuran-ı Kerim’de konumuza işaret eden başka ayet-i kerimeler varsa da[20] bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Hadisi şeriflerin değerlendirmesine geçmeden evvel bir şeye daha nazarı dikkatinizi celbetmek istiyorum. Konuyla alakalı Kuran-ı Kerim’de geçen ayetlerin tamamı yoruma müsait hatta yoruma ihtiyaç duyar niteliktedir. Ve bizi adeta sünnet-i seniyye sevk etmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “…Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne götürün. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir”[21] buyurulmaktadır. Yani bize dönen tarafıyla bakarsak; anlamakta güçlük çektiğimiz bir durumla karşı karşıya geldiğimizde, önce Kuran-ı Kerim’e bakmamız, yine içinden çıkamadığımız takdirde Sünnet-i Seniyye’ye yani hadis-i şeriflere müracaat etmemiz telkin ediliyor. Dolayısıyla bu meselede konuyla alakalı olarak varid olan hadis-i şerifler son derece sahih ve sarih olduğu halde bundan sarfı nazar edip Ehlisünnet âlimlerimizin hilafına kendince farklı yorumlar üretenlerin hangi sonuca ulaşmak istedikleri anlaşılır gibi değildir. Anlamak kastıyla bakıyoruz; ancak karşımıza çıkarılan gerekçeler karşısında gayri ihtiyari hayrete düşüyoruz. “Hz. İsa göğe yükseltildiyse kıyamete kadar orada aç susuz nasıl yaşayacak” ya da “Hz. İsa’nın göğe yükseltilip, kıyamete yakın tekrar yeryüzüne indirilmesi tabiat kanunlarına (sünnetullah’a)[22] aykırıdır…” Düşünebiliyor musunuz profesör unvanına sahip koca koca insanlar TV ekranlarında bu gibi ifadeleri dillendiriyorlar. Yani bir Müslüman olarak Hz. İsa’nın dünyaya babasız olarak geldiğine inanıyorlar[23] beşikteki bir bebek iken konuştuğuna inanıyorlar[24] ölüleri dirilttiğine inanıyorlar[25] ama Allah katına yükseltilip kıyamete yakın tekrar yeryüzüne gönderileceğini bugünkü bilimle ve tabiat kanunlarıyla açıklamaya çalışıp çelişkili buluyorlar. Şu halde bu gibi gerekçelerle Nüzûl-i İsa’yı inkâr edenler muhtemelen söz konusu ayetlerdeki açık mucizelere de inanmıyorlar. Zira Kuran-ı Kerim’de gerek Hz. İsa (a.s.) ile alakalı bu misaller gerekse diğer peygamberlere dair anlatılanların önemli bir kısmı tabiat kanunlarına ve bugünkü bilim anlayışına aykırı vakalardır.
Bununla alakalı varid olan hadis-i şeriflere gelince; Hz. İsa’nın (a.s.) kıyamete yakın yeryüzüne ineceğine dair 30 küsur sahabenin rivayeti bize ulaşmış bulunuyor, dedik. Toplamda 119 rivayetin 72’si sahabe tarafından doğrudan Peygamberimiz’den (s.a.s.) nakledilmiş, 47’si ise sahabe sözü olarak bize intikal etmiştir.[26] Önemli bir kısmı sahih olan bu rivayetler lafzen olmasa da mana itibariyle mütevatir[27] derecesine ulaşmaktadır. Yani muhteva itibariyle her birinde farklı olaylar, farklı anlatımlar, farklı bilgiler var, lafızları farklı; ancak “Hz. İsa’nın (a.s.) kıyamete yakın yeryüzüne ineceği” teması tümünde müştereken yer almakta ve bir tevatür meydana getirmektedir. Burada tamamına yer vermemiz mümkün olmayan bu hadislere örnek teşkil etmesi açısından birini zikredecek olursak Buhari ve Müslim’in sahih senetle naklettiği bir rivayette Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Nefsim elinde olan (Allah)’a yemin olsun ki, muhakkak Meryem oğlu İsa’nın sizin içinize âdil bir hakem olarak inmesi, (Hristiyanların) haçını kırması, domuzu öldürmesi, cizye vergisini kaldırması, malın hiç kimsenin (sadaka) kabul etmeyeceği kadar çoğalması, tek bir secdenin dünya ve içindekilerden daha hayırlı olması yakındır.”[28]
Şunu belirtelim ki tarih boyunca şaz görüşleriyle maruf birkaç isim dışında İslam âlimlerinden hiç kimse Nüzûl’i-İsa’yı reddetmemiştir. Son zamanlarda birkaç modernist isimden referansla bugün bir kısım ilahiyatçılar bu şaz görüşleri ısrarla dillendirmektedir. Hâlbuki koca bir ümmetin yekününü, bu konuda oluşan icmaı ve varid olan hadislerin sıhhat ve kesretini göz önüne aldığımızda bunların çok da ciddiye alınabilir bir taraflarının olmadığı açıktır. Ancak ideolojik duruşları malum olan TV sahiplerinin sürekli bu kafadaki belli isimleri ekranlara çıkarması ve avamın huzurunda bu gibi meseleleri irdeletmesi mide bulandırır dereceye varmıştır. Müslümanların “birinci derecede gündemini oluşturmadığı halde” bu ve benzeri meselelerin belli mahfiller tarafından sürekli gündeme getirilerek inkâr edilmesinin tek bir izahı olabilir, o da; açık açık reddedemedikleri birçok şeyi bu meselelerin zımnında inkâr etmektir. Zira Nüzûl-i İsa’yı inkâr etmek muteber kaynaklarda yer alan sahih hadisler ve akaid metinlerimiz başta olmak üzere ümmetin genel kabulüne mazhar olmuş birçok şeyi de toptan reddedebilmenin en kestirme yoludur. Dinde olmayan bir mesele en sahih hadis kaynaklarına ve akaid metinlerinin tamamına kadar girebilmişse “dükkânı kapatın gitsin” demektir bu.
Bu inkâr politikasında ısrar edenlerin iyi niyet gerekçeleri, tıpkı hamalın sırtındaki buğday çuvalının altına kesik atan bir adamın “ben sadece çuvalın dibindeki küflü buğdaylar dökülsün diye kesik attım” demesi kabilinden bir gerekçedir. Çuvalın dibine kesik atıldığı zaman hamal adım attıkça bütün buğdayın su gibi akıp döküleceği tartışmaya mahal olmayacak kadar açıktır. O yüzden bu mesele “bir kesikten ne olur” denilerek sumen altı edilecek basit bir mesele değildir. Bunu sürekli kaşıyanlar bunun bilincindeler, istedik ki biz de bunun bilincinde olalım…
Mehdi
Nüzûl-i İsa ile alakalı kopartılan fırtınaların hemen hemen bir benzerini Mehdi meselesinde de görmekteyiz. Ancak Nüzûl-i İsa bahsinde verdiğimiz tafsilatta birçok meseleye cevap verdiğimiz için burada aynı şeyleri tekrar söz konusu etmeyeceğiz. Hz. Mehdi ile alakalı hadisler metin muhtevaları, sıhhat ve zaaf dereceleri farklılık göstermekle birlikte burada hepsini zikretmemiz mümkün olmayacak kadar fazladır. Ancak Mehdi (a.s.) ile alakalı fikir vermesi açısından bir kaçını zikretmekle yetineceğiz. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamete kadar ümmetimden bir taife hak üzere kalıp savaşacak ve muzaffer olacaktır. Meryem oğlu İsa gökten nazil olacak ve onların emiri (Mehdi): ‘Gel bize namaz kıldır’ diyecek. İsa da cevaben: ‘Hayır, Allah’ın bu ümmete verdiği bir üstünlük olarak sizin bazılarınız, bazılarınıza emirdir’ diyecektir.“[29]
Başka bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuştur:
“Mehdî ben(im neslim)dendir. O açık alınlı ve ince burunludur. Dünyayı (daha önce) zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir.”[30]
“Dünyanın ömründen sadece bir gün bile kalsa, Allah benim ehl-i beytimden bir adam gönderecektir. O dünyayı, (daha önce) zulümle dolduğu gibi, adaletle dolduracaktır.”[31]
Mehdi kavramı Türkçede “hidayet” diye ifade ettiğimiz kelimeyle aynı kökten gelmekte ve “Allah’ın doğru yola yönlendirdiği kimse” anlamını taşımaktadır.[32] Mehdi, Mesih’ten farklı olarak işaret tarikiyle de olsa Kuran’ı Kerim’de geçmediği gibi, mütekaddim dönemde kaleme alınmış akaid metinlerimizde de yer almamıştır. Ancak hadis kaynaklarımızda bu hususta bir hayli rivayet bulunmaktadır. Buhari ve Müslim’de ismi zikredilmeksizin, sünen ismini verdiğimiz eserlerde ise ismen zikredilmiştir.
Buhari ve Müslim hadislerinde ismen geçmiyor oluşu bu hadislerin sıhhat veya zaafına dair bize fikir sunmaz. Evet, Buhari ve Müslim Ümmet-i Muhammed’in hüsnü kabulüne mazhar olmuş ve asırlardır Kuran-ı Kerim’den sonraki en sahih kaynaklar olarak telakki edilmiştir. Fakat burada bilinmesi gereken çok önemli bir nokta var ki; Buhari ve Müslim bu eserlerini hafızalarındaki on binlerce hadis arasından seçerek tasnif etmişlerdir; ancak “sahih hadislerin hepsi bunlardan ibarettir” şeklinde bir iddiaları olmamıştır. Bizzat İmam Buhârî, kitabın hacminin çok fazla büyümesinden endişe ettiği için bütün sahih hadisleri kitabında toplamadığını kendisi ifade etmiştir. Aynı şekilde İmam Müslim de “ben ancak bu kitapta sahih hadisleri topladığımı söylüyorum, yoksa bu kitaba almadığım hadislerin zayıf olduğunu söylemiyorum” demiştir.[33] Yani her iki hadis âlimi de kitaplarına almadıkları daha pek çok sahih hadisin bulunduğunu beyan etmişlerdir. Bunun anlamı şudur; Buhari ve Müslim’de yer alan bütün hadisler sahihtir; ancak bütün sahih hadisler Buhari ve Müslim’den ibaret değildir. İlim adamı hüviyetiyle kalem oynatan birilerinin bunu bilmiyor olması son derece düşündürücüdür.
İkinci olarak şunun altını çizelim ki; Mehdi ile alakalı varid olan hadislerin yirmi sahabeden nakledildiği ve manaca tevatür derecesine ulaştığı hadis âlimleri tarafından beyan edilmiştir.[34] Modern zamanlara gelinceye kadar da bunun hilafına bir beyanda bulunan çıkmamıştır. İlk defa aykırı görüş ortaya koyan isim, tarihçi İbn Haldun olmuştur. Mehdiyle alakalı hadislerin neredeyse tamamının zayıf olduğunu öne süren İbn Haldun’un bu beyanları, hadis âlimleri tarafından şiddetle reddedilmiş ve onun hadis ilminin erbabı olmadığı vurgulanmıştır.[35] Muasır hadis âlimlerinden Ahmed Muhammed Şakir el-Müsned’in 3571 numaralı hadisine düştüğü notta İbn Haldun’u bilmediği şeylerin peşine düşmekle ve ehli olmadığı işlere atılmakla itham ettikten sonra Mehdi hadislerini tad’îf ederken yaptığı teknik hatalara dikkat çekmiş ve ağır bir biçimde eleştirmiştir.[36] Aynı şekilde Şuayb el-Arnavud ve Muhammed Avvame gibi hadis ilminde tebarüz etmiş muhakkik âlimler de Mehdi hadislerinin mütevatir olduğuna dair muhaddislerin beyanlarına ve İbn Haldun’a yöneltilen eleştirilere taliklerinde yer vermişlerdir.[37] Burada İbn Hacer’in “Kişi kendi alanı/branşı dışında konuşunca acayip şeylerle gelir”[38] şeklindeki sözünü hatırlamakta fayda var.
Netice olarak; yaptığımız araştırmalara binaen geride verdiğimiz bilgilerden de anlaşıldığı üzere hadisler konusunda otorite haline gelmiş muhaddis ve muhakkik âlimlerden bu konuda kalem oynatan hemen herkes Hz. Mehdi’nin kıyamete yakın zuhur edeceğine dair hadislerin manaca tevatür derecesine ulaştığı noktasında söz birliği etmişlerdir. Aksi beyanda bulunan birkaç ismin ilmi bir dayanağı olmadığı gibi bu sahanın ricali olmadıkları da ortadadır. Dolayısıyla Mehdi (a.s.)’ın kıymete yakın zuhur edeceği meselesi bizi bağlayıcı nakli delillerle sabit olmaktadır. Hal böyleyken ilmi araştırmalar ve elde edilen veriler ışığında bir kanaate varmak yerine, kendi kanaatleri doğrultusunda nasları eğip bükerek keyfi tasarruflarda bulunanların dikkate alınır bir yanları olmasa gerekir.
* * *
[1] Şiilerin inancında beklenilen bir kayıp imam vardır. Fakat onların da hayattan soyutlanarak böyle bir bekleyiş içine girdiklerini söyleyemeyiz.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XX/251 (12902); Müsnedü’l-Bezzar (Mektebetü’l-ûlum ve’l-hikem, Medine, 2006): XIV/17 (7408).
[3] 3/Âl-i İmrân, 45; 4/Nisâ, 157;171;172; 5/Mâide, 17;72;75; 9/Tevbe,30;31.
[4] Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredat: (م س ح) maddesi.
[5] Bkz: DİA (2000, İstanbul), “ÎS” maddesi (İlyas Çelebi); XXII/472-473.
[6] Keşmîrî, et-Taṣrîḥ bimâ tevâtere fî nüzûli’l-mesîḥ (Thk: Abdulfettâh Ebû Gudde): s.48.
[7] 4/Nisa, 156-158.
[8] 3/Âl-i Îmran, 55.
[9] El-Mu’cemü’l-Vasît, s.1047 (توفّى); Kadir Gümüş, el-Mu’cem Arapça – Türkçe (Mektep Yayınları, İstanbul, 2014) s. 1316 (توفّى).
[10] Zebîdî, Tacu’l-Arus (Matbaatu Hükümeti’l-Kuveyt, 1965): XXXX/220 (وفي); el-İsfehani, el-Müfredat (Daru’l-Kalem, Dımeşk, 2009) s. 878 (وفي).
[11] Abdu’l-Kerim ez-Zeydan, el-Veciz fi’l-kavaidi’l-fıkhiyye (Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2019); s.21.
[12] 6/el-En’âm, 60.
[13] 39/ez-Zümer, 42.
[14] Bkz: 2/el-Bakara, 259
[15] Bkz: 18/el-Kehf, 10-26.
[16] 43/ez-Zuhruf, 61.
[17] 43/ ez-Zuhruf, 57-62.
[18] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kurani’l-Âzîm (Daru’l-Marife, Beyrut, 2012) IV/143.
[19] Ez-Zemahşerî, el-Keşşaf (Daru’l-Hadis, Kahire, 2012) IV/144.
[20] Bkz: 3/Âl-i Îmrân, 46; 4/en-Nîsa, 159.
[21] 4/en-Nîsa, 59.
[22] “Sünnetullah” terkibi Kuran-ı Kerim’de altı ayette geçmektedir ve Allah’ın peygamberlerine zulmedenleri veya yalanlayanları yakalayan azabın değişmez bir kanun olduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Hiçbir ayette “tabiat kanunu” vb. şekillerde bir kullanımı yoktur. Bkz: 17/el-İsrâ, 77; 33/el-Ahzab, 38; 62; 35/el-Fatır,43; 40/el-Mü’min, 85; 48/el-Fetih, 23.
[23] 3/ Âl-i İmrân, 59.
[24] 5/ Mâide, 110.
[25] 3/ Âl-i İmrân, 49.
[26] Ebûbekir Sifil, Ehl-i Sünnet Akaidi (Rıhle Yayınevi, İstanbul, 2020): s.247.
[27] Mütevatir, yalan üzerine ittifak etmelerini aklın caiz görmediği çok sayıda kişinin Resul-i Ekrem’den rivayet ettikleri haberlerdir. Mütevatir olan bir sünnet, bir hadis-i nebevî, hüküm itibariyle kesinlik ifade eder, itikat hususunda da, ibadât ve muamelat hususlarında da bir hüccet/delil kabul edilir. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslamiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu (Bilmen Yayınevi, Fatih-İstanbul): I/135.
[28] El-Buhârî, Enbiya 49 (3448); Müslim, Îman 242 (389).
[29] Müslim, İman 247 (395); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned: XXIII/63 (14720); XXIII/335 (15127).
[30] Ebu Davud, Mehdi (4285); Et-Tirmizî, Fiten 46 (2382).
[31] Ebu Davud, Mehdi (4283).
[32] Zebîdî, Tacu’l-Arus: XXXX/294 (هدى).
[33] İbnu’s-Salah, Ma’rifetü Ulumi’l-Hadis (Thk. Nureddin îtr, Daru’l-Fikr, Beyrut) s. 19-20; es-Sehâvî, Fethu’l-Muğis: I/53.
[34] Bkz: es-Sehâvî, Fethu’l-Muğis (Mektebetü Daru’l-Minhac, Riyad, H.1426) III/408-409; es-Suyutî, el-Urfü’l-verdî fi ahbâri’l-Mehdî (Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2006) s. 156; el-Kettânî, Nazmü’l-mütenâsır mine’l-hadîsi’l-mütevatir (Daru’l-Kütübi’s-Selefiyye, II. Baskı) s.225-228; el-Mûbarekfûrî, Tuhfetû’l-Ahvezî (Daru’l-Fikr, 2008): VI/485.
[35] el-Kettânî, Nazmü’l-mütenâsır mine’l-hadîsi’l-mütevatir: s.228; el-Mûbarekfûrî, Tuhfetû’l-Ahvezî: VI/485.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (Thk. Ahmed Şakir, Daru’l-Hadis, Kahire, 1995) III/492.
[37] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (Thk. Şuayb el-Arnavud, Müessesetü’r-Risale) VI/44; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef (Thk: Muhammed Avvame, Daru’l-Kıble – Müessetü Ulumi’l-Kur’an, 2006) XXI/286-287 (38793).
[38] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: III/662.