“HZ. HATİCE DE TÜCCARDI”
Modern dünyanın cazibesine kapılan ve hemen her alanda var olmak isteyen bir kısım muhafazakâr kadınların; helal-haram, mahrem-namahrem tanımaksızın doludizgin sürdürdükleri hayat tarzlarına meşruiyet arama sadedinde öne sürdükleri en popüler sloganlardan biri de “Hz. Hatice de tüccardı” söylemidir. Kadınların ticaret yapmalarında dolayısıyla Hz. Hatice’nin tüccar olmasında dinen bir sakınca yok tabi ki; ancak bu söylemin zımnında “o da bugün bizim yaşadığımız gibi yaşıyordu” (haşa) mesajı vardır.
Evet, Hz. Hatice validemizin cahiliye devrinde ticaretle iştigal ettiği doğrudur; ancak bu, anlatıldığı gibi aktif bir ticaret olmayıp mudârabe (emek-sermaye) ortaklığından ibarettir. Yani Hz. Hatice (r. anhâ) validemiz sermayesini koyuyor, işçilik (alım satım, kervan vs.) diğer ortağına ait. Hatta Peygamberimizin (s.a.v) güvenilir, doğru sözlü ve güzel ahlaklı bir şahsiyet olduğu Hz. Hatice’ye ulaşınca diğer tüccarlara verdiğinden daha fazla kâr vererek ticaret ortaklığı teklif etmiş, Peygamberimiz (s.a.v) kabul edince de kölesi Meysera ile birlikte mallarını satmak üzere Şam’a göndermiştir. Nitekim bu ticaret esnasında da kölesi Meysera’dan aldığı müspet bilgiler neticesinde Efendimiz (s.a.v) ile evleneceklerdir. [1]
Hz. Hatice’nin cahiliye devrinde yapmış olduğu bu ticaret izah ettiğimiz gibi emek-sermaye ortaklığı şeklinde idi. Evlenmeden önce Peygamberimiz (s.a.v) aracılığıyla ticaret yaptığı gibi evlendikten sonra da yine servetinin idaresini ve ticari faaliyetlerini Peygamberimiz (s.a.v) yürütmüştür. Yani bugün iddia edildiği gibi kendisi pazarda kumaş satmak, kervanlarla şehirlerarası gidip gelmek kabilinden “bilfiil” ticaretle meşgul olmamıştır. Fakat biz yine de “öyle kabul ederek” bu mesele üzerinden bazı şeylere meşruiyet kazandırmaya çalışanlara cevabımızı verelim.
Evvela şunun altını çizelim; Cahiliye devrinde vuku bulmuş olan bu ticaret faaliyeti veya başka bir örnek Müslüman kadınlar için örnek teşkil etmez. Çünkü Hz. Hatice (r. anhâ) Hicret’ten önce vefat etmiş, ahkâm bildiren; yani kadınlarla alakalı hükümleri ihtiva eden ayetlerin nüzulüne şahit olmamıştır. Henüz ne tesettür farz kılınmış, ne mahremiyetle alakalı sınırlandırmalar söz konusu olmuş, ne de seferilik bağlamındaki uygulamalar yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla bu noktadan hareketle referans arayanların çabaları beyhudedir. Peygamber eşlerine hitap eden “Evlerinizde oturun ve daha önce câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayın, namazı güzelce kılın, zekâtı verin, Allah’a ve rasûlüne itaat edin. Ey peygamber ailesi! Allah sizi sadece günah kirlerinden arındırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor”[2] mealindeki ayet bile tek başına bu noktadan hareketle yapılan çıkarımları boşa çıkarmaya kâfidir.
Ne var ki; Hz. Hatice’nin (r. anhâ) ticaretini söz konusu ederek Peygamber hanımlarını örnek almakta çok heveskâr olanlar bu ayetle tanışınca bir miktar şaşkınlık yaşadıktan sonra derhal ayetin Peygamber hanımlarına hitap etmesini öne sürerek hükmün sadece Peygamber hanımlarına münhasır olduğunu, diğer kadınların “câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılma”larında bir beis olmadığını ima etmektedirler. Bu ikircikli tutumun samimiyetten ne kadar uzak olduğu açıktır. Peygamber Efendimizin pak zevcelerinin hayatından sadece Hz. Hatice’nin (r. anhâ) cahiliye devrindeki ticaretini referans almaları; vahyin bütününe, yani; İslam’ın çarşıya, pazara, sokağa, mahkemeye vs. hâkim olduğuna şahit olan Allah Rasûlü’nün diğer hanımlarının ve kızlarının örnek yaşamlarını yok saymaları, görmezden gelmeleri, oldukça manidardır.
“Yoksa onlar câhiliye devrinin hükümlerine mi talip oluyorlar? Yakinen inananlar için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır?”[3]
“HZ. AİŞE DE MÜFTÜYDÜ, KOMUTANDI, ÖĞRETMENDİ VS.”
Hz. Aişe annemizin de özellikle Rasûlullah’ın (s.a.v) vefatından sonra en önemli fetva mercilerinden biri olması ve Cemel Vakasındaki etkin rolü ön plana çıkartılarak bir müftü, bir komutan olduğu yoğun bir biçimde dillendirilir. Evet, Hz. Aişe (r. anhâ) müctehid ve müftü idi. Keskin zekâsı, kuvvetli hafızası ve tefakkuh kabiliyetinin yanı sıra; kimsenin vâkıf olamayacağı meseleleri bilmesi, Efendimizle evlendiğinde yaşının çok küçük olup vefatından sonra da kırk küsur sene daha yaşaması tabii olarak kendisini insanların sorularına cevap aradıkları en önemli mercilerden biri haline getiriyordu. Özellikle ömrünün sonuna doğru kadınlara özel haller başta olmak üzere birçok meseleye dair fetvalar vermekle meşgul olmuştur.
Buraya kadar anlattıklarımız herkesin malumudur; ancak kendisine nasıl soru sorulup cevap alınırdı, sosyal hayattaki konumu ve pozisyonu nasıldı, asıl gözden kaçırılan nokta burasıdır. Ne var ki bunu gözden kaçırmaya çalışanlara cevap bizzat Kur’an-ı Kerim ayetiyle verilmiştir. Allah’ın hikmetlerinden olacak ki adeta şu şahit olduğumuz çağ dikkate alınarak kadınlara müteallik hükümler bizzat Kur’an ayetleriyle teminat altına alınıp açıklanmıştır. Şayet bu ayetler hadis olsaydı katiyen kabul etmez, sorgusuz sualsiz uydurma derlerdi. Zira apaçık ayetler olduğu halde bile bir kısım insanlar teslimiyet göstermemektedir.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de: “Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz/soracağınız vakit perde arkasından isteyin/sorun. Bu sayede sizin kalpleriniz de, onların kalpleri de daha temiz kalır…”[4] buyurarak bu konuda çok net bir çizgi çizmiştir. Bu ayetle birlikte harem farz kılınmıştır ki o zamana değin Araplarda böyle bir gelenek yoktu.[5]
Hicab (perde/örtü) ayeti olarak bilinen bu ayetin iniş sebebiyle alakalı kaynaklarımızda farklı rivayetler yer almaktadır. Bu rivayetlerden birine göre Hz. Ömer (r.a) Peygamber Efendimize (s.a.v); “Evinize iyiler de girip çıkıyor kötüler de, hanımlarınıza perde arkasında durmalarını emretseniz!” diyordu[6] bir müddet sonra bu ayet nâzil oldu.[7]
Uygulamaya baktığımız zaman da bu ayetin tesirini aynen görmekteyiz. Buna dair birkaç nakil zikredecek olursak daha da somut bir manzara çizmiş olacağız.
I) Medine valisi Mervan, Yezid’in veliaht tayin edildiğini ilan edince Hz. Ebû Bekr’in (r.a) oğlu (yani Hz. Aişe annemizin kardeşi) Abdurrahman buna tepki göstermiş, bunun üzerine Mervan, “Anne babasına: Yeter be! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken beni yeniden dirilip çıkmakla mı tehdit ediyorsunuz?”[8] ayetinde zemmedilen adamdır bu” diyerek Abdurrahman’ı tahkir etmişti. O sırada “perde arkasında” konuşulanları dinleyen Hz. Aişe: “(Yalan söylüyorsun) Allah bizim (Ebû Bekr ailesi) hakkımızda benimle alakalı olan (ifk hadisesi) ayetlerinden başka bir şey indirmemiştir” diyerek onu yalanlamıştır.[9]
II) eş-Şa‘bî, Mesrûk’tan şöyle naklediyor: Kâbe’ye kurbanlık gönderen kimselerle alakalı Hz. Aişe’ye soru sordum, “perdenin arkasından” el çırpma sesi geldi ve şöyle dedi: “Ben Rasûlullah’ın kurbanlıklarının gerdanlıklarının iplerini bükerdim de O, kurbanlıklarını gerdanlıklı olarak Kâbe’ye gönderirdi. Fakat ihramlı erkeklere ailesinden haram olan şeylerden hiçbiri, hacıların dönmesine kadar kendisine haram olmuyordu.”[10]
III) İbn Habib el-Hanefî, Ebu Sa‘d er-Rakkaşi’nin şöyle söylediğini rivayet etti: “Hz. Aişe’ye (r. anhâ) nebiz hakkında soru sordum, ‘perdenin arkasından’ bana bir kavanoz/testi çıkardı ve şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.v) bunun içinde yapılan şeyi kerih görürdü.”[11]
Görüldüğü üzere Sahabe-i Kiram’ın Aişe annemize soru sorma ve cevap alma şekli hicab ayetinde emredildiği üzere arada perde olmak suretiyledir. Kesinlikle bugün vehmettirildiği gibi namahremle karşılıklı yüz yüze göz göze bir durum söz konusu değildir. Ve bu durum sefer ve savaş halinde de korunmuştur.
Savaşlara katılma meselesine gelince, Hz. Aişe (r. anhâ) hem Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte hem de vefatından sonra savaşlara katılmıştır. Tabi hazerde olduğu gibi seferde de yine aynı haremlik selamlık düsturunu görmekteyiz. Mesela Aişe annemiz “ifk hadisesi” diye bildiğimiz kendisine iftira atılması ve ilgili ayetlerin nazil olması sürecini şu sözlerle anlatmaktadır:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gazaya çıkacağı zaman hanımları arasında kura çeker, hangisi kura da çıkarsa beraberinde onu götürürdü. Yine yapacağı bir gazve hususunda aramızda kura çekti ve bu kurada benim ismim çıktı. Bunun üzerine ben de Rasûlullah’la beraber sefere çıktım. ‘Hicâb ayeti’nin indirilmesinden sonraydı. Ben (seferde) ‘hevdec’imin[12] içinde taşınır ve (konak yerinde) hevdec içinde indirilirdim. Bütün yolculuğumuzda bu şekilde yürüdük…”[13] Başka bir rivayette ise: “Ben deve ile yolculuk edeceğim zaman hevdecimin içine otururdum sonra onu kaldırır devenin üzerine koyarlardı”[14] şeklinde nakledilmiştir.
el-Buhârî ve Müslim başta olmak üzere farklı varyantlarıyla birçok kaynakta geçen bu rivayetlerden anlaşıldığına göre hicab ayetinden sonra sefer ve savaş halinde de kadınlar namahreme görünmeyecek şekilde kendi hususi mahfillerinde seyahat etmişlerdir. Nitekim ordunun Aişe annemizi hevdecinin içinde zannederek hareket etmesi ve onu geride bırakması da bunu göstermektedir.[15]
Buna delil teşkil edecek bir başka rivayet şöyledir: “Rasûlullah (s.a.v) beraberinde Ümmü Seleme ve Safiyye (r. anhümâ) olduğu halde seferde iken Ümmü Seleme’nin (r. anhâ) hevdeci zannederek Safiyye’nin (r. anhâ) hevdecine gitmişti. Ancak o gün Ümmü Seleme’nin sırasıydı, yani gece onun yanında kalacaktı. Safiyye (r. anhâ) ile bir müddet konuştuktan sonra yanlış geldiğini fark ederek geri Ümmü Seleme’nin (r.anhâ) hevdecine gitti…”[16] Bu da yine dışarıdan bakıldığı zaman görünmedikleri bir mahfilde bulunduklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Rasûlullah’ın (s.a.v) vefatından sonra çıkılan seferlerde de aynı uygulamayı görmekteyiz. Cemel Vakası diye bildiğimiz savaşı Aişe annemiz devesinin üstünden idare ettiği için bu isimle anılmıştır. Asker isimli devesinin etrafında cereyan eden savaşta Aişe annemizin hevdeci ok yağmuruna tutulmuş, hevdecin zırhlarına saplanan oklarla adeta bir kirpi halini almıştır; ancak kendisi yaralanmadan kurtulmuştur…[17]
Hal böyle iken namahrem bakışlar arasında sürekli erkeklerle iç içe olan hanımların bu davranışlarına Hz. Aişe (r. anhâ) annemizin fetva verip savaşlara katılmasını delil getirmeleri beyhude bir çaba olmakla birlikte büyük bir bühtandır. Hazerde olsun seferde olsun tesettüre ve mahremiyete son derece ehemmiyet veren annelerimizi -bu hususlarda gün geçtikçe duyarsızlaşan- günümüz kadınları gibi tavsif etmeleri kabul edilebilir bir durum değildir.
Evet, kadınların çalışması, okuması veya bazı kamu görevlerinde bulunması kendi başına bizatihi yasak değildir. Müslüman bir kadın ticaret de yapabilir, ilim de tahsil edebilir, çeşitli kamu görevlerinde de yer alabilir; ancak bu, tesettüre ve mahremiyete riayet etmek, ailesine ve rabbine karşı vazifelerini ihmal etmemek kaydıyladır. Şu halde fetva aranması gereken nokta kadınların çalışmaları veya okumaları değil söz konusu ortamların durumudur ve bu da herkes için farklılık göstermektedir.
Mesut Özbilir
[1] et-Taberî, Târîh, (Dâru’l-Me‘ârif, Thk: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, 2. Baskı), II, 280.
[2] el-Ahzâb, 33/33.
[3] el-Mâide, 5/50.
[4] el-Ahzâb, 33/53.
[5] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VI, 567-568.
[6] el-Buhârî, es-Sahîh, Salat, 32, (r. 402).
[7] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, (Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, 2012), III, 511.
[8] el-Ahkâf, 46/17.
[9] el-Buhârî, es-Sahîh, Tefsir, 46, (r. 4827).
[10] el-Buhârî, es-Sahîh, Edahi, 15, (r. 5566); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XXXXI, 428, (r. 24956).
[11] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XLIII, 238, (r. 26144).
[12] Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan, kubbesi kumaşla örtülü tahtırevan şeklinde mahfil. Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, (Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004), VIII, 535.
[13] el-Buhârî, es-Sahîh, Megâzî, 36, (r. 4141); Tefsîr, en-Nûr, 6, (r. 4750).
[14] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII, 535.
[15] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII, 535.
[16] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997), VIII, 76.
[17] el-Aynî, Umdetü’l-Kârî, (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001), XV, 67-70.
İLGİNİZİ ÇEKECEK BENZER YAZILAR:
Hîre hadisi bağlamında “Kadınlar mahremsiz yolculuğa çıkabilir” söyleminin tahlili
Kadınların camide cemaatle namaz kılma meselesi
One thought on ““Hz. Hatice de tüccardı, Hz. Aişe de müftüydü, öğretmendi” vb. söylemlerin tahlili”