Hemen her platformdan ve her fırsatta topluma enjekte edilen “eşitlik” anlayışı, hiç şüphesiz en büyük darbeyi aile müessesesine vurdu. Karı kocanın görev ve sorumluluklarının birbirine karışıp muğlaklaşmasının, aile hayatına çok olumsuz yansımaları oldu. Zira meydana gelen anlaşmazlıklar karşısında; “kim aile hukukuna riayet etmiyor, kimin kendisine çeki düzen vermesi gerekir”, şeklinde bir muhakeme yapılacak olsa, meselenin mizan edileceği bir kıstas bulunmadığı için, her iki tarafın da kendisini haklı gördüğü bir keşmekeş kaçınılmaz oldu. Bunun neticesinde de karşılaşılan sorunlar aşılamamaya, problemler çözülememeye başlandı. Belli çevrelerde bu durum hâkim kültür haline geldiği için sorun teşkil etmedi belki; ancak mütedeyyin ailelerde çok ciddi kırılmalara sebebiyet verdi. Çünkü belli bir anlam-değer dünyasını temsil eden fertlerin, “Allah’ın emri peygamberin kavli” ile hayatlarını birleştirip, daha sonra bu ilkelerin dışında bir yaşam tarzına talip olmaları, bir çatışma ortamını kaçınılmaz kılıyordu. Bu sebeple dinimizin karı kocaya yönelik teklif ve teşvik ettiği asli rollerin ne şekilde olduğunu ana hatlarıyla ortaya koymak son derece önem arz etmektedir. Bundan mütevellit elimizden geldiğince meseleyi tahlil edip, bazı önemli noktalara dikkat çekeceğiz. Ayrıca bu mesele etrafında ortaya atılan bazı iddialara da temas edeceğiz ki; bunların başında “kadın ev işlerini yapmaya mecbur değildir” şeklindeki yaygın söylem gelmektedir. Evvela dinimizde ve örfümüzde asıl ve esas olan “kocanın dış işleriyle, karının iç işleriyle sorumlu olduğu aile modelini” ilmi ve fikri açıdan temellendirdikten sonra günümüzde giderek yaygınlaşan “karı-kocanın her ikisinin de çalışarak evin maişetini birlikte üstlendikleri” durumu değerlendirmeye gayret edeceğiz.
Konuya girmeden önce bir hususu belirtmeyi son derece önemli görüyorum. Bir hukuk sistemi ancak kendi içinde ve kendi dinamikleriyle anlaşılabilir. İslam’ın temel umdeleri olan “kulluk” ve “adalet” kavramlarının yerine, Batı’ya ait olan “özgürlük” ve “eşitlik” kavramlarını ikame edip, bir de bunları merkeze alarak İslam’ın ahkâmını/hukukunu anlamaya çalışırsak, anlamımız mümkün olmaz. Bugün belki bu ve birçok meseleyi çıkmaza sokan en önemli amil; insanların aidiyet duydukları anlam-değer dünyasının ilke ve esaslarıyla, ait olmadıkları bir dünya kurgulamaya çalışmalarıdır. Onun için zihinlerimizi teslim alan bu algılardan kurtulmadıkça, dinin vaz ettiği hükümlerin bize sunduğu imtiyaz ve imkânları hakkıyla idrak edemeyeceğimizi baştan belirtmiş olalım.
Peygamberimiz (s.a.s.) kendisi birçok kez evlenmiş, “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetime uygun davranmazsa benden değildir. Evlenin. Çünkü ben (kıyamet günü diğer) ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim…”[1] buyurarak ümmetini de evliliğe teşvik etmiştir. Kızlarını Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) gibi ashab-ı kiramın önde gelen isimleriyle evlendirerek bu sünnetini teyid etmiştir. İslam’ın ilkelerine göre tesis edilen ilk aileler arasında yer alması hasebiyle Efendimizin (s.a.s.) burada kızlarına belirlediği rol, konumuz bağlamında bizim için son derece önem arz edecektir. Nitekim Hanefî fıkıh kitaplarımızda bu mesele büyük ölçüde Hz. Fâtîma (r.a.) ve Hz. Ali’nin (r.a.) evliliği üzerinden ele alınmıştır. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in evin iç işlerini Hz. Fâtıma’ya, dış işlerini ise Hz. Ali’ye taksim ettiği hemen hemen bütün fıkıh kitaplarımızda nakledilmektedir.[2] Bu ve benzeri nakillerden hareketle âlimlerimiz; “ev işleri dinen kadının görevi olduğu gibi örfen de kendisinden istenir”[3] demiştir. Buna delil teşkil eden ve teyid eden bir başka delil ise el-Buhârî ve Müslim’in naklettiği şu hadisi şeriftir:
Hz. Fâtıma (r.a.) bir gün Peygamberimize (s.a.s.) el değirmeni çevirmekten elinde meydana gelen rahatsızlığı şikâyet etmek için gelmişti; ancak kendisi evde olmadığı için bu şikâyetini Hz. Âişe’ye arz etti. Daha sonra Efendimiz bu durumdan haberdar olunca bir gece kızı Fâtıma’nın evine gitti. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Biz yataklarımızı alıp yatmıştık ki Hz. Peygamber geliverdi, tam kalkacağımız sırada; “Yerinizde durunuz” buyurdu ve gelip benimle Fâtıma’nın arasına oturarak şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Ben size benden istemiş olduğunuz şeyden daha hayırlı bir şeye sizi yönlendiriyorum; yatağınıza girdiğinizde otuz üç kere “Subhânallah”, otuz üç kere “el-Hamdu lillâhi”, otuz dört kere de “Allâhu ekber” deyiniz. İşte bu sizler için hizmetçiden daha hayırlıdır.”[4]
Âlimlerimiz Peygamberimiz’in (s.a.s.) önce evin iç işlerini Hz. Fâtıma’ya, dış işlerini ise Hz. Ali’ye taksim etmesini, daha sonra da şikâyet ettiği halde Hz. Ali’yi ev işlerinde Fâtıma’ya (r.a.) yardım etmesi hususunda veya ona bir hizmetçi tutması noktasında yönlendirmeyip; Fâtıma’yı ev işlerini yapmaya devam etmesi üzere bırakmasını; ev işlerini yapmanın kadının görevi olduğuna delalet ettiğini beyan etmişlerdir.[5]
Buna aykırı olarak “kadın ev işlerini yapmaya mecbur değildir” şeklinde son zamanlarda şayi olan söyleme gelince; bu, fıkıh kitaplarındaki ilgili ifadenin deyim yerindeyse yarım yamalak nakledilmesinden neşet etmektedir. Şöyle ki; dini hükümler “diyaneten” ve “kazaen” olmak üzere iki kısma ayrılır: “diyaneten” bir hükmün Allah katındaki durumunu, “kazaen” ise mahkeme nazarındaki durumunu ifade eder. İşte fıkıh kitaplarında yazan; kadının mahkemece ev işlerini yapmaya zorlanamayacağı; ancak yapmadığı takdirde Allah katında bundan sorumlu olacağıdır. Çünkü ev işlerini yapmak kadın üzerine vaciptir.[6] Bundan dolayı âlimlerimiz, mesela koca ev işlerini yapması için karısına bir ücret verse bu parayı alması karısına helal olmaz. Çünkü zaten kendisine vacip olan bir işi yaptığı için ücret almış olacaktır ki bu helal değildir, demişlerdir.[7] Netice olarak “kadın ev işlerini yapmaya mecbur değildir” şeklindeki söylem doğru değildir; bu sadece geride geçtiği üzere mahkemece ev işlerini yapmaya zorlanamaz, anlamındadır.
Yalnız bir noktayı izah edelim; “ev işlerini yapmak kadına vaciptir” derken bunu aynî bir ibadet gibi anlamamak gerekir. Yani ev işlerinin bizatihi kendisi vacip değildir, yerine getirilmesinden kadın sorumludur. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden/yönettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır ve yönettiği insanlardan sorumludur. Koca bir çobandır ve o da ev halkından sorumludur. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır; o da bunlardan sorumludur…”[8] Bu işleri bazen bir hizmetçi veya kadının yetişkin kızı veya kocası yapabilir, bu durumda kadın yapmadı diye günahkâr olmaz. Önemli olan kendi sorumluluk alanındaki bu işlerin yerine getirilmesidir.
Burada şunu da gözden kaçırmamak gerekir; bu karşılıksız haybeden talep edilen bir hizmet değildir. Kadının ev işlerindeki bu sorumluluğuna makabil evin bütün dış işleri, nafakası, geçimi de kocanın üzerine vacip kılınmıştır. Kuran-ı Kerim’de: “Onlarla (kadınlarınızla) mâruf bir vecihle geçininiz”[9] buyurulmuştur. Bu ayeti kerimede zikredilen “maruf” ifadesi: “Kişinin karısına nafaka, mehir vb. haklarını vermesi, kaba sözlerle ona eziyet etmemesi, ondan yüz çevirmemesi, günahsız yere asık surat ve çatık kaşla muamele etmemesi vb.” şeklinde tefsir edilmiştir.[10] Yine bir başka ayette: “Erkekler, kadınlar üzerine idareci ve hâkimdirler. Çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (aile fertlerine) harcamaktadırlar. Saliha kadınlar, itaatkâr olanlardır.”[11] buyurularak kocaya hem evin reisliği tevdi edilmiş hem de karısının nafakasıyla sorumlu olduğuna işaret edilmiştir.[12] “Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir.”[13] ayeti de yine nafaka sorumluluğunun kocaya ait olduğunu ifade eden bir başka delildir. Hatta yeri gelmişken bir şeye daha temas edelim. Bu mesele açıldığı zaman birlikte kullanılan bir argüman daha var ki, o da; “kadın çocuğunu emzirmeye mecbur değil, kocası sütanne tutmak zorunda” şeklindeki bilgidir. Evet, bu doğru, kadın çocuğunu emzirmek istemezse buna zorlanamaz ve (zaruri bir durum yoksa) çocuğunu emzirmek anne üzerine farz/vacip de değildir.[14] Yani bununla “kadın çocuğunu bile emzirmeye mecbur değilken kocasına niye yemek pişirmeye mecbur olacakmış?” şeklinde bir çıkarım yapıyorlar ki bu çok yanlış. Çünkü annenin çocuğunu emzirme mecburiyetinin olmaması çocuğun nafakasının babaya ait olmasından dolayıdır. Yani kadının sorumluluk alanı değil. Bu bile karı koca arasındaki sorumluluk alanlarının ne kadar belirgin çizgilerle birbirinden ayrıldığını gösteriyor. Buradan belki şu çıkarımı yapmak daha isabetli olacaktır; kadın doğurduğu çocuğu bile emzirmeye mecbur edilemiyorsa evin geçimi için dışarda çalışmaya mecbur edilebilir mi? Asla, kadın evin maişetini kazanmakla yükümlü olmadığı gibi buna zorlanması da caiz değildir. Dolayısıyla belli çevrelerin kadın kocasına ve evine hizmet etmekle sorumlu da sanki kocanın hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi bir algı oluşturması kasıtlı ve iyi niyetten uzaktır. Yakın tarihte ülkemizde yaşanan manevi kuralık mevsiminin ürettiği; “kavvâm”lık vasfını yitirmiş, sorumluluklarını gözetmeyen, karısının hukukuna riayet etmeyen, ancak Anadolu kadınının vefakâr ve itaatkâr duruşunu sonuna kadar kullanan koca tiplemelerinin zulümlerini, dinin bu hükümlerine fatura etmek büyük bir haksızlıktır. Yıllarca İtilmiş’le Kakılmış’ı, Üvey Baba’ları, içki içip kadın döven ayyaş kumarbaz karakterleri ekranlardan servis ederek, bu hastalıklı anlayışı istikbalde yürürlüğe konulacak projeler için olgunlaştırıp, yaygınlaştırdılar. Ne yazık ki Müslümanların aile yapısıyla asla bağdaşmayan insanî bile denemeyecek muameleleri müslüman mütedeyyin ailelere fatura ettiler. Ve maalesef de başarılı oldular…
Konumuza dönecek olursak geride delilleriyle izah ettiğimiz üzere din, erkeğe de kadına da aile içerisinde bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Her ikisi de aileye bir şekilde hizmet etmekle mesuldür, sadece sorumluluk alanları birbirinden farklıdır. En basit ifadeyle koca dışardan getirmekle, kadın içerde pişirmekle yükümlü, ikisi de bu hususta bir emek harcıyor; ancak günün sonunda aynı sofraya oturup aynı aşı paylaşıyorlar. Kadın ve erkeğin yaratılış itibariyle biyolojik, psikolojik ve fizyolojik yapısı da bunun böyle olmasını hikmetli kılmıyor mu zaten? Modern zamanları idrak ettiğimiz şu günlerde evin nafakasıyla tamamen erkeği mesul tutmakla Allah’ın kadınları nasıl kayırdığını tam anlamıyla idrak ve izah edemiyoruz belki; lakin bir yüz sene geriye gittiğimizde bu durum çok daha net anlaşılacaktır. Evin dış işlerinden, nafaka ve maişetinden sorumlu olmak demek; dışarda kazma kürekle çalışmak, öküzlerle çift sürmek, hayvanlarla yük taşımak, baltayla odun kırmak, orakla ekin biçmek vs. tamamen beden gücüne dayanan yorucu bir mesai gerektirmektedir. Yaz kış, yağmur çamur, sıcaklık soğukluk gibi olumsuz şartlar da hesaba katıldığında, bunun ne kadar yorucu ve yıpratıcı bir yükümlülük olduğu açıktır. İşte Allah bütün bu yükü biyolojik, psikolojik ve fizyolojik olarak buna müsait yarattığı erkeğe yüklemiş ve ona göre daha narin ve nahif yarattığı kadını bu meşakkatli alandan muaf tutmuştur. Anlayana bu fevkalâde büyük bir imtiyazdır. Hatta geriye gitmeye de gerek yok, bugün dahi birçok kadın için iş hayatı adeta bir çiledir. Özellikle büyük şehirlerde sabahın erken saatlerinde dakikalarca durakta beklemesi, tıklım tıklım dolu toplu taşıma araçlarına doluşarak işe gitmesi, akşama kadar birçok zorluğa göğüs germesi ve bu yorucu mesainin ardından da akşam tekrar aynı ulaşım araçlarıyla evine dönmesi bir kadına reva görülecek şey değildir. Ne var ki bunu bir ihsan olarak günümüz kadınlarına kabul ettirdiler…
Kadının da çalışarak ailenin geçimine ortak olduğu evliliklerdeki karı koca sorumluluklarının taksimine gelince; buna tek düze bir cevap vermek mümkün değildir. Çünkü bazı kadınlar kocası razı olmadığı halde keyfi olarak çalışıyor, bazısı karşılıklı rıza ile çalışıp ailenin nafakasını birlikte üstleniyor, bir kısmı kocasının sorumsuzluğundan dolayı kerhen çalışmak zorunda kalıyor, bir kısmı “dini açıdan” meşru bir işte çalışıp ailesini ihmal etmezken, bir kısmı gayri meşru bir işte çalışıp evini de ihmal ediyor vs… Daha birçok farklı senaryodan bahsetmek mümkündür ve bunların her birine ayrı ayrı cevaplar vermek gerekiyor. Ancak burada her birini tasavvur ederek değerlendirmek yazının hacmini çok fazla büyüteceğinden sadece ilkesel olarak özetlemekle yetineceğiz.
Geride zikrettiğimiz ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere; kadının, çocukların kısacası ailenin yemesi, giyinmesi, barınması vb. bütün maişeti “nafaka” adı altında kocaya yüklenmiştir. Kadın “zengin olsa bile” hiçbir şekilde evin nafakasından sorumlu olmayıp, elde ettiği gelirde tamamıyla kendisine aittir. Bugün maalesef gerek anne-babaların, gerekse kocaların kadınları çalışıp para kazanmaya zorladığı bir anlayışın gitgide yaygınlaştığını görmekteyiz. Artık devir değişti denilerek kadınlara sorumlu olmadıkları böyle bir yük yüklemek, birçok münkerâtın kol gezdiği iş ortamlarına itmek son derece büyük bir vebaldir. Dolayısıyla kocanın keyfi olarak karısını dışarda çalışmak ve evin geçimi için para kazanmak zorunda bıraktığı senaryoların tamamında koca günahkâr olur. Bununla beraber karısından “ev hanımı standartlarında” bir ev içi hizmet beklemesi de adil olmaz. Çünkü evin hem iç hizmetini hem de dış hizmetini karısına yükleyerek ona zulmetmiş olur. Nitekim büyük şehirlere göçten önceki süreçte kadınların hem ev işlerine hem geçim derdine ortak edilmek suretiyle çok ağır ve meşakkatli bir muameleye maruz bırakıldığını geride yazmıştık.[15]
Kadının, kocasının kâfi derecede evin maişetini karşılayıp dışarda çalışmasına da razı olmadığı halde; popüler kültüre ayak uydurma, kariyer idealleri, yaşam standartlarını yükseltme vb. sâiklerle çalışmasına gelince; burada kadının da günahkâr olacağı açıktır. Çünkü koca Kur’an ayeti ile “kavvâm” yani evin reisi kılınmıştır ve karısı meşru taleplerini yerine getirmekle mükelleftir. Geride de geçtiği üzere Allahu Teâlâ: “Erkekler, kadınlar üzerine idareci ve hâkimdirler (…) Saliha kadınlar, itaatkâr olanlardır…”[16] buyurmuştur. Yine Peygamberimize (s.a.s.) hangi kadın hayırlıdır, diye sorulduğunda: “Ona baktığı zaman kocasına mutluluk veren, bir şey istediğinde yerine getiren, nefsi ve malı hususunda, kocasının hoşuna gitmeyecek şekilde ona karşı gelmeyen kadındır.”[17] buyurmuştur. Dolasıyla kadın kocasının razı olmadığı halde dışarda çalışırsa günahkâr olur.
“Kocanın karısını çalışmaya mecbur ettiği” ve “kadının, kocasının rızası olmadığı halde çalıştığı” iki durumdan söz ettikten sonra son olarak karı kocanın karşılıklı rızasıyla kadının çalışması durumunu ele alalım. (Tabi kadının dinen meşru bir işte çalıştığını var sayarak değerlendirmede bulunduğumuzu ifade edelim, aksi halde karı-kocanın her ikisi de günahkâr olur.) Bu durumda karı-kocanın çalışma standartları, evde bulundukları saatler, çocuklarının olup olmaması vb. durumlar farklılık arz edeceğinden genelleme yapmak mümkün olmaz; ancak bazı ilkeleri öne çıkararak şunu söyleyebiliriz. Varsa çocuklarını mağdur etmeden, birbirlerine karşı karı-koca sorumluluklarını aksatmadan, kocanın kavvâm/ev reisliği vasfına, karının mahremiyetine halel getirmeden, örfen kınanmayacak, mürüvveti ihlal etmeyecek şekilde karı-kocanın kendi aralarında anlaşarak bir aile içi hizmet taksimi yapmaları uygun olacaktır. Bu hususiyetler gözetilip her ikisinin de razı olduğu bir iş bölümü yapmalarıyla meşru bir zemin oluşmuş olacaktır. Burada önemine binaen bir noktayı tekrar vurgulayalım; her şeyin müşterek olarak paylaşıldığı böyle bir ailede ekonomik bağımsızlık ve mesleki kariyer gibi vasıflara sahip olan bir kadının, kocasının kavvâm/ev reisliği sıfatını yok saymamaya ve mürüvvetine halel getirmemeye azami derecede dikkat etmesi gerekecektir. Zira bu denge kat’i naslarla kurulmuştur ve iş hayatında kazanılan hiçbir meziyet bu dengeyi bozmayı meşru hale getirmez.
Cinsiyet rolleri üzerine bir mülahaza
Karı koca, ortak bir hayata talip olan, birbiriyle tamamlanan, iki gönül iki beden ama “tek bir bütün” olan iki insandır. Bir çift ayakkabı misali, ne kadar üstün meziyetli olursa olsun biri olmadan diğeri anlamsız, birini diğerinin yerine ikame etmek imkânsızdır. Sadece birbiriyle sükûnet bulsunlar diye[18] çift yaratılan bu iki insan unsurunun, birbiriyle rekabete zorlandığı bir anlayış, hiçbir şekilde insanî ve İslâmî değildir. Her geçen gün daha da bozulan bu dengenin ihya ve inşası, toplumun çekirdeğini oluşturan ailenin selameti için hayati önemi haizdir. Annenin işe, babanın işe, çocuğun kreşe gittiği, öğrenci evi gibi bir yapının ideal aile modeli olarak takdim edilmesini makul ve makbul karşılayamayız. Tek tip insan modelinde ısrar edelim demiyoruz; elbette kadınların var olduğu hatta bazen var olması gereken alanlar, meslek gurupları vardır. Muallim/müderris olup ders okutan, ticaret yapıp para kazanan, doktor-hemşire olup şifa dağıtan kadınlar tarih boyunca olmuştur, bugün de var olacaktır. Ancak bugün karşı karşıya kaldığımız ve tavır aldığımız şey bu değil. Bir ihtiyaçtan doğan veya bir zarurete binaen gelişen bir durum hiç değil. Tamamen küresel hegemonyanın fıtratı imha projesiyle karşı karşıyayız ve elimizdeki son kale İslâm’ın kadınlarıdır. Dolayısıyla kadınların “top yekûn”, ne fıtratlarıyla ne de dinimizle bağdaşmayan, erkeklerle “eşit” rol üstlendiği bir pozisyona sevk edilmesi, erkeklerin kadınlaşmaya, kadınların erkekleşmeye teşvik edilmesi, boşanmaların artıp, evliliklerin azalıp, nikâhsız hatta eşcinsel birlikteliklerin artmaya başlaması bizi düşünmeye sevk etmelidir. Dikkatli bir şekilde tetkik edildiği vakit görülecektir ki; bütün bu kötülüklerin temelinde kadın erkek cinsiyet rollerinin eşitlenmeye başlaması ve ilahi dengenin bozulması vardır. Şunu açıkça ortaya koyalım ki; feminizm, eşcinselliğin bir diğer ifadeyle lgbt’nin köprüsüdür. Onun için ne olursa olsun bu dengeyi korumaya memuruz. Kadın, kadın gibi; erkek, erkek gibi olmalı, fıtratına uygun davranmalıdır. Her halükarda karı-koca dinin kendilerine biçtiği rolü kabullenmeli, evliliği uhrevi bir yolculuk olarak görüp, hiçbir şekilde gocunmadan kendi sorumluluk alanlarında birbirlerine hizmeti ibadet telakki etmelidir. Ta ki yüklenmiş oldukları yük zahmet olmaktan çıkıp rahmet olmaya dönüşsün. Her iki taraf da kendi sorumluluklarını bilip gereğince hareket ettikten sonra; gün olur koca ev işlerinde karısına yardım eder, gün olur kadın kocasına maddi anlamda destek olur. Dinamik olan hayat hep aynı hal üzere devam etmez, kendi sorumluluk alanlarında yetersiz kaldıkları noktada karı koca birbirine yardımcı olup, birbirinin yükünü elbette hafifletecektir. Buna mani bir durum olmadığı gibi tasvip ve teşvik edilen bir şeydir.
Yeri gelmişken yine son derece yanlış bir yaklaşıma daha açıklık getirmek istiyorum. Biz burada karı-kocanın uhrevi sorumluluğu anlamında meseleyi ele aldık ve naslar üzerinden temellendirdik. Dolayısıyla Peygamberimiz’in (s.a.s.) ayakkabısını dikmesi, elbisesini yamaması kabilinden yapılan rivayetler “vücub” ifade etmez “nedb” ifade eder. Yani bütün erkeklere uhrevî bir sorumluluk yüklemez; ancak güzel bir haslet olarak teşvik edilir ki bunun da altını çizdik. Çünkü Peygamberimiz’in (s.a.s.) her yapmış olduğu şeyi bütün erkeklere vacip kılmak için ayrıca bir karine olması gerekir.
Bir başka dikkat çekeceğimiz nokta da şudur; bu hükümler bizim için başımızı önümüze eğmemiz, sumen altı etmemiz, görmezden gelmemiz gereken şeyler asla değildir. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de açıkça “…Kadınların da yükümlülüklerine denk belli hakları vardır; ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler…”[19] “Erkekler, kadınlar üzerine kavvâm/idareci ve hâkimdirler.”[20] buyurmuştur. Hal böyleyken, kendi gettolarında kabile kafasıyla düşünen feministlerin tahrikleriyle bu taşları yerinden oynatmaya kalkamayız. Hayatı sadece dünyadan ibaret gören bir anlayışla, ebedi hayatımızın akıbetini belirlemek üzere imtihan icabı konulmuş sınırlarla kavga edemeyiz. Bu rol ve sorumlulukların sadece dünya imtihanının bir parçası olduğu, Allah katında üstün olmanın yegâne ölçüsünün ise ancak takva; yani “Allah’ın emir ve yasaklarına azami düzeyde hassasiyet göstermek” olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz. Bugün Hz. Aişe (r.a.) annemiz gelse yeryüzünde nefes alan bütün erkeklerden daha üstündür de, âlimdir de; ancak mihraba geçip namaz kıldıramaz, minbere çıkıp hutbe okuyamaz. Dolayısıyla eşitlik, özgürlük gibi gayri İslami arayışları kap bulaşığı gibi kafamızdan söküp atmalıyız. Çünkü iman, hakkı hak bilip ittiba etmeyi; bâtılı, bâtıl bilip ictinab etmeyi/sakınmayı gerektirir.
Son olarak “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi” kaidesi, sınırları kat’i naslarla çizilmiş meseleler için söz konusu olamaz; ancak hakkında nas bulunmayıp içtihatla belirlenen meseleler hakkında caridir. Bu mesele ise görüldüğü gibi açık bir biçimde Kur’an ayetleriyle sabit olmuştur. Kadın, atomu da bölse, kansere ilaç da bulsa, Afrika’nın bütün açlarını da doyursa; Allah erkeğe “kavvâm” demiştir. Bunlar ancak Allah’ın çizdiği sınırlar içinde hareket eden bir kadın için birer meziyet ve üstünlük nişanesidir, aksi halde hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah dileseydi hastalığı ve fakirliği yaratmazdı. Ve kullarından da fakirliği ve hastalığı ortadan kaldırmak gibi bir talepte de bulunmamıştır. Şu dünyada bulunmamıza sebep teşkil eden tek bir gaye vardır; o da Allah’a kulluktur. Allahu Teala “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”[21] buyurarak bunu açık bir biçimde bildirmiştir. Şu halde önceliğimiz her zaman Allah’ın koyduğu sınırları muhafaza etmek ve o sınırlar içerisinde kalmaya çalışmak olacaktır. Bununla birlikte zamanın getirdiği yeni ufuklara açılmamız anlamlı hale gelecek ve bir değer ifade edecektir.
“Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık (…) Muhakkak ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”[22]
Mesut Özbilir/ 09.04.2023
[1] İbn Mâce, Nikâh, 1.
[2] es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 62; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik (Dâru İhyâi’t-turasi’l-ârabî, Beyrut, 2015) IV, 282.
[3] es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 62.
[4] el-Buhârî, Kitâbu fezailu’l-eshâb 9 (3705); Kitâbu’n-nefakât, 6 (5361); Müslim, Kitâbu’z-Zikr, 80 (6915).
[5] el-Âynî, Ûmdetü’l-Kârî, (Dâru’l-kütübi’l-îlmiyye, Beyrut), XXI, 29; İbn Hacer, Fethu’l-bârî (er-Risâletü’l-âlemiyye, Beyrut, 2013), XVI, 351.
[6] İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, IV, 349; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, IV, 282.
[7] es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 62; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, IV, 282.
[8] el-Buhârî, İtak 17 (2554); Müslim, İmare 20 (4724).
[9] 4/en-Nisâ 19.
[10] Ebû Bekir el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 138.
[11] en-Nisâ 34.
[12] Ebû Bekir el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 236.
[13] 2/el-Bakara 233.
[14] Ebu Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 494.
[15] “Kadınlara ev hanımı rolü biçilmesi dini değil örfidir” başlığına bakınız.
[16] 4/en-Nisâ 34.
[17] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XII,383; XV, 360; 411; en-Nesâi, es-Sünenü’l-Kübra (Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2001), V, 161.
[18] “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun ayetlerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.” 30/Rûm, 21.
[19] 2/el-Bakara 228.
[20] 4/en-Nisâ 34.
[21] 51/ez-Zâriyât 56.
[22] 49/el-Hucurâ 13.
Hocam bu konunun özet cümlesi şu sanırım
Erkek istemezse,kadın erkeğe ev işi yaptıramaz
Kadın istemezse,erkek kadını dışarıda çalıştıramaz.
Sanırım sınırlar bunlar.
Kadın çalışıyorsa,erkeğe zorla ev işi yaptıramaz böyle bir kozu yoktur ancak yoruluyorsa dışarıda çalışmak istemediğini belirtebilir.Erkek de buna karışamaz.
Gerisi ortak karar ve anlaşmaya bağlı.Ve iknaya bağlı.Kimsenin ümmetin vahiyle verili toplumsal rollerini değiştirip batı tipi liberal yıkılmakta olan ailenin 3.sınıf bir kopyası yapmaya kalkışmamalıdır